Resmi, tam, gösterdikleri koltuğa otururken gördüm. Sekreter masasının arkasındaki duvardaydı. Birden ter bastı her yanımı. Nedense, çocukluğumun cehennemi andıran Akdeniz kasabasında bulmuştum kendimi. Yıllar öncesinde kalan o sıcak beni şimdi boğuyor, vücudumdan geç kalmış bir ter boşanıyordu. Kendimi dışarı atmak, eve koşup annemin kollarında ağlamak istiyordum. Oysa annem öleli yıllar olmuştu ve ben artık koskoca kadındım, evli ve çocuklu, üstelik birazdan önemli bir anlaşma imzalayacak bir iş kadını…
Sıkıntımı belli etmemeye çalışsam da sekreter telaşlandı, koşup su getirdi. Fularını çekiştirip durmak, derin derin nefes almak ve terden sırılsıklam olan koltuk altlarına dokunmak, benim gibi şık ve kendinden emin görünmeye çalışan birine hiç yakışmıyordu. Heyecandan mıydı acaba? Son günlerde çok yorulmuştum, anlaşmanın ayrıntıları, hazırlıklar… Başka ne olabilirdi ki zaten? Biraz sakinleşince arkama yaslandım, resme yeniden dikkatle baktım.
Öyle ürkütücü bir resim değildi aslında. Bir ışık-gölge karşıtlığı üzerine kurulmuştu. Işığın kör edici, baş döndürücü parlaklığı ile karanlığın girdabı. Küçük bir kız çocuğu, sokakta tek başına. Ama ya arkasındaki o uzun gölgeler! Halâ ürperiyorum aklıma geldikçe. Birden, hiç yoktan çıkıvermişti önüme. Neydi beni sarsan bu resimde?
Çocukluğum, güneşin dokuz ay Demokles’in kılıcı gibi insanların tepesinde durduğu bir kasabada geçti. Sıcak, insanları tevekküle çağıran kaderdi orada, cehennem varsa öyle bir yer olmalıydı. Kasabanın yerlileri için bile, hayat taşınması zor bir yük, zaman ağır işleyen bir saatti, sanki akreple yelkovan bile birbirlerini ite kaka zorla ilerliyordu. Dışarlıklı olan bizler içinse durum daha sıkıcıydı, gününü doldurup oradan bir an önce ayrılmak isterdi orada bulunan memur aileleri. Ama hiç olmazsa gitme umudu vardı bizde. Zaten ilkokulu bitirince ayrıldık kasabadan. Yerlilerse, orada öncesiz ve sonrasız bir zaman içerisindeydiler, kayıtsız şartsız oraya aittiler.
Marquez’in romanlarındaki gibi bütün kasaba halkı siestaya yatmasa da, yazın öğlenden akşamüstüne kadar sokaklarda hiçbir canlı dolaşmaz, işi olanlar da gölgeden gitmek için neredeyse evlerin duvarlarına sürünerek yürürdü. Kedilerle köpeklerin tüyleri kısacıktı, zavallılar bir gün sıcaktan bütün tüylerini döküverecekler sanırdım. Susuzluktan kıvranan hayvanlar için kapı, pencere önlerinde su dolu kaplar dururdu.
Her şeyden oyun çıkarma konusundaki yeteneğimize rağmen, uzun yaz günlerinin tekdüzeliğinden bazen biz bile öyle sıkılırdık ki, canımız kıpırdamak istemezdi. Sabahları yataktan annemizin zoruyla kalkar, iştahsız iştahsız kahvaltıya otururduk. Sofrada her sabah aynı şeyleri görmek günün ilk moral bozucu olayı olurdu. Suratlarımız asılır, yarım dilim ekmeğe reçel sürüp, bir parça peyniri çayın zoruyla boğazımızdan geçirdikten sonra, ipimizi topumuzu alıp kendimizi sokağa atardık. Ama sokak iznimiz öğlen yemeğine kadardı, sonrasında çocuklar için icat edilmiş bir uyku saati vardı ki, aklı başında olup da bu zorunluluktan nefret etmeyen çocuk bilmiyorum. Bence öğle uykusu, çocuklarını daha fazla ortalıkta görmek, gürültülerine ve bitip tükenmez enerjilerine daha fazla katlanmak istemeyen annelerin uydurduğu bir saçmalıktan başka bir şey değildi. Hepimiz bu saatleri en az can sıkıntısıyla atlatmak için tüm yaratıcılığımızı kullanırdık. Amaç, uyku saatlerinde evden gizlice çıkarak her zamanki yerimizde buluşmaktı. En heyecanlısı da bu kaçışlardı, sonrasında sokak her zamanki sokak, oynananlar aynı oyunlardı. Bunlar küçüklere öyle cazip gelirdi ki, onları da götürmemiz için bize yalvar yakar olur, ama yatağa girince uykunun tatlı ağırlığına dayanamayıp mışıl mışıl uyurlardı. Öyle herkes beceremezdi kaçmayı, o da ayrı bir ustalık, ayrı bir beceri işiydi. Yukarı katlarda oturanlarımız ustalıklarına gözüpeklik de katmak zorundaydı, çünkü işin içine balkondan yan evin çatısına atlama, evin önündeki ağaçlardan bahçeye süzülme gibi riskli hareketler de giriyordu. Kedi gibi çevik olduğumdan, ben işin bu yanını çok iyi becerirdim.
O günden aklımda kalan, dışarıdaki sıcak, ama ne sıcak… Öğle yemeğinden sonra annem kardeşimi alıp içeriye yatmaya gidince, hemen balkondan yandaki alçak evin çatısına, oradan da bahçe duvarına atlayıp kendimi sokağa attım. Kimseler yok, gölgede uyuyan iki köpek dışında. Arkadaşlarıma kızdığımı, “Bir aptal ben miyim, herkes serin yatağında yatarken” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Kör edici bir gün ışığı, bomboş sokaklar, dolaşıp evimizin önüne gelişim. Demir kapının ipini çekip açmam. Dilimde bir mırıltı.
Sonrası, hayal meyal. Tam içeri girerken, arkamdan kapıya düşen o kocaman gölge. Beni iterek eve sokması, kapıyı kapatıp arkamdan sarılıvermesi. Elinin bacak arama girişi. Ağzım açık olmasına rağmen bağırmamam, bağıramamam. Kapının buzlu camından içeri dolan ışık, kulağımda ıslık çalan nefes, yerinden fırlayacak gibi atan kalbim. Zaman durmuştu, mekansa benim yaşadığım yer değildi artık, sadece içinde yuvarlandığım boşluktu, yıllarca süren yuvarlanış, takvimlere sığmayacak kadar uzun.
Nihayet, yukarıdan gelen kapı sesiyle gövdemi sıkan kolların gevşemesi, arkamdaki sokak kapısının açılıp kapanması ve sessizlik. Sırtımı kapıya yaslayıp yere çökmem. Neden sonra, dizlerim titreyerek yukarı çıkmam. Yüzüme bakıp “Ne oldu?” diye bir çığlık atan anneme düştüğümü söyleyip banyoya kapanmam. Günlerce “Hastayım” diye yataktan çıkmamam. Kimseye tek kelime etmeden konuyu kapatmam, içime gömmem. Unutup gittim sanıyordum, ama o beni unutmamış, belleğimde saklanmış, sonra da kıpırdanmak için böyle bir günü beklemişti.
Başımı kaldırıp resimdeki kıza bir kez daha baktım. Gölgeden kaçıyordu, bir yandan da ağzını açmış, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Kendini koruma refleksiydi bu, doğuştan herkeste olan, en önemli içgüdü.
Peki, aynı içgüdü neden bende harekete geçmemişti? Neden ağzım açık olduğu halde bağırmamış, çığlık atmamış, debelenmemiştim? Kendimi kurtarmak için neden hiçbir şey yapmamıştım? İşte bütün derdim buydu. Bu yüzdendi utancım. Yoksa suçluluk duygusu mu? “Niye bağırmadın? Niye yardım çağırmadın?” deseler verilecek cevabım yoktu ve sırf bu yüzden olayı anneme bile anlatmayıp içimde saklamış, sakladıkça besleyip büyütmüştüm… Şimdi anlıyordum ki kendime, kimsenin yapamayacağı kadar büyük bir kötülük yapmıştım. İçimdeki küçük kıza yaptığım haksızlık şimdi gözlerimi yaşartıyordu.