
Söyleşi: Nilgün Çelik
Güldem Şahan’ın Basma Balosu adlı kitabı geçtiğimiz günlerde Eksik Parça Yayınlarından yayımlandı. Yazarla son kitabı üzerine konuştuk.
Gülümseyerek okuduğum, kitaba adını veren öykünüzden başlayalım isterim, Basma Balosu. Küçük bir kız çocuğu için önemli verilerin hafızaya mıhlandı sahneler var ve öykü kahramanının sonraki günleri okura bırakılarak sonlanıyor. Çocuk kitapları yazarı olarak da bu öykü özelinde sormak isterim. Çocukların mutlulukla donan kara kutuları yaşam önlerine çetrefilli olaylar getirdikçe değişir mi, dönüşür mü? Yoksa o kutudakiler sapasağlam kalır mı?
Öncelikle sizi gülümsettiğime sevindim. Okurlarımın büyük kısmı onları ağlattığım için sitem ederler.
Sorunuz üzerine daha derinlemesine baktım o kara kutuya… Benim kara kutu sapa sağlam duruyor. Ayrı bir yerde özenle saklanmış, hiç unutulmamış. Hayat, sözünü ettiğiniz çetrefilli ve zorlu yolda beni oldukça ağır sınavlardan geçirmiş olmasına rağmen oldukları gibi kalmışlar. Değişmemiş, dönüşmemiş hatta bugünden bakınca daha fazla anlam ve değer kazanmışlar. Ancak o kara kutunun salt mutlulukla dolu olduğunu düşünmüyorum. Çocukluk da toz pembe değildir hayat gibi, olamaz da…
Basma Balosu’na gelince; Dönem, Cumhuriyet coşkusunun henüz yitirilmediği 50’li yılların sonları. Doğu Anadolu’nun soğuk iklimine ve zorlu yaşam koşullarına rağmen 1933 yılında kurulan Sümerbankların sosyal hayata geçmesi için BASMA BALOLARI düzenleniyor. Kadınlar Sümerbank basmalarından diktikleri giysilerle katılıyor baloya ve en güzel elbise ödül alıyor. Günümüzden bakınca kurgu gibi geliyor, değil mi? Değil. Benim kara kutuda tüm gerçekliğiyle duruyor. Ve insan kaçınılmaz olarak soruyor: Nerede Sümerbank? Nerede o güzelim basmalar, pazenler? Ne zaman, neden kapatıldılar? Ve tabii, neden ekonomide bu kadar dışa bağımlı hale geldik?
Kar adlı öykünüz de İstanbul’un soğuğundan Erzurum’un soğuğuna götürüyorsunuz okuru. Her bir paragrafta birbirinden bağımsız yeni bir kahraman yaratıyorsunuz. Hüzün ve soğuk öykümüzün ana teması olsa da bu öykünün son cümlesi ile daha derin olan bir şey anlattığını düşünüyorum. Ne dersiniz?
Haklısınız, derin bir özlem var bu anlatıda. Baba özlemi gibi görünüyor ama baba sadece baba değil ki… Çok katmanlı bir anlamı var bu sözcüğün bende…

Yılın sekiz ayı karlar altında soluk alan, sıcaklığın eksi yirmilerde seyrettiği, baharın sadece kokusuyla hissedilebildiği bir şehirde yaşanmış sıcak anılar demek. Babanızın dükkânında soluduğunuz kitap kokusu demek. Kış akşamlarında ailece sokağa çıkıp kızak kaymak demek. Her cuma akşamı Doğu Sineması’ndaki özel locanızda film izlemek zorunda olmak demek. Zorunlu! Çıkışta filmle ilgili izlenimlerinizi paylaşmak da zorunlu.
Kısacası çocukluğunuz, gençliğiniz, harcınız demek. Hayatınızın bir dönemine duyulan özlem ve geçmişinize bir saygı duruşu… Bu arada bütün kahramanlar gerçektir ve her biri hâlâ gözümün önündedir.
Nesnelerin çağrışımlarıyla hayaller kuran kahramanlarınız var. Bu bana sizin hayal dünyanızın çok geniş olduğunu düşündürdü. Sık sık hayal kurar mısınız?
Hayal? Bilemedim. Yazma sürecimde masa başında olmasam bile beynim sürekli yazdıklarımla ilgili şeyler üretir, düşünür, hayal kurar.
Kuzenim, küçükken pencereden bakıp uçsuz bucaksız bozkırda deniz ve üzerinde süzülen tekneler gördüğümü anlatır. Ayrıca kızcağızı sabaha kadar oturtur güneşin doğuşunu görelim diye uyutmazmışım. İleri yaşlarda da hayran olduğum Beydağlarının yirmi dört saatini, güneşin o dağlara nasıl yansıdığını görebilmek için sabahlamıştım.
Yıllardır ancak uyku ilacıyla uyuyabildiğimi, uyanır uyanmaz perdeyi açıp dışarıda neler oluyor diye baktığımı düşünürsek… Yazar olarak hayallerimden çok doğa, yaşam, merak, gözlem ve empati besleniyorum desem daha doğru olur.
Yedi Nokta Dört ve Batık Geminin Çıkmazı 1999 yılında yaşadığımız depremi konu alan iki öykü. Doğa ve hayvanlar üzerindeki farklılığı konu aldığınız gibi deprem sonrasında insanların hayatlarında nelerin değiştiğini konu edinmişsiniz. İkinci öykünüzün sonu gerçekten okuru şaşırtıyor. Kitabın genelinde toplumsal olaylara hassasiyetinizi gözlemliyorum fakat deprem bir doğa olayı. Bir yazar öyküyü yazarken kahramanın da yerine geçer, empati kurar. Siz bu öyküyü yazarken neler yaşadınız? Aydın bir yazar olarak bu konuda bilinçlendirme ve korunma anlamında neler yapıyorsunuz? Neler paylaşıyorsunuz?
Ben 99 depremini Yalova’da yaşadım. Elektrik yüklü denizi ve martı telaşını, yeryüzüne yaklaşan yıldızları gördüm, bir tuhaflık olduğunu hissettim ama asıl anlamını depremi yaşadıktan sonra algıladım.
45 saniye nelerin değiştiğine ve yaşama ne kadar ince bir pamuk ipliğiyle tutunduğumuza tanık oldum.
Eşimi kaybettikten sonra kızım ve oğlumla yaşadığımız evde uykuya geçerken evim, işim, belli bir gelirim vardı. 17 Ağustos gece 03.02 de şiddetli bir sarsıntıyla uyandık. 45 saniye sonra evim de işim de yoktu. Ancak bunların o anda hiç önemi yoktu. Önemli olan tek şey çocuklarımın sağ salim yanımda olmasıydı.
Batık kentin çıkmazındaydık yani. Hayatı sıfırlamıştık ve yeniden başlamak zorundaydık. Hayatını kaybeden onlarca arkadaşım, dostum vardı Yalova’da. Her şeyi geride bırakıp İstanbul’a geldik. İş aramak, ev bulmak, hayata tutunmak zorundaydım.
İkinci öykü bir arkadaşımın yaşadıkları üzerine kurgulandı ama yine ayakları yere sıkı sıkı basıyor, yaşanmışlık anlamında…
Deprem sonrasında insanların hayatlarında gözlemlediğim iki çarpıcı sosyolojik olgu vardı. Doğum ve boşanma olaylarındaki artış. Çadır kentlerde, konteynerlerde hamile kaldı kadınlar, ölüme meydan okurcasına… Doğum insanoğlunun ölüme karşı doğal refleksiydi belki ama yirmi, otuz yıllık eşlerin boşanması, yollarını ayırması beni şaşırtmış ve düşündürmüştü. Sanırım o kırk beş saniyeyi yaşadıktan sonra insanlar hayatlarını sorgulamaya başlamışlardı.
Bütün acılara rağmen insanoğlu çabuk unutuyor, ders almak konusunda başarısız. Etkili ve yetkili kişiler tarafından alınması gereken önlemler alınmıyor, bir deprem politikası yaşama geçirilmiyor. 6 Şubat depremi ve ardından yaşananlar aynı cehalet ve aymazlığın süregeldiğini gözler önüne seriyor.
Bizler bireysel olarak ne yapabiliriz ki… Benim tek gücüm sözcüklerim, kitaplarım… Bu sayede farkındalık yaratabilirim, empati kurulmasını sağlayabilirim belki. Benim yapabileceğim bu kadar. Ayrıca bu konuda üzgün, kırgın ve öfkeliyim.
Sabun, gerçek bir kadın öyküsü. Hayaller ve metaforların baskın olduğu bir öykü. Çok güncel ve hepimizi ilgilendiren bir konu: Kadın cinayetleri. Sizce erkek, kadın ayırmadan tüm yazarların konuyla ilgili ne yapmaları gereklidir? Öykülere, konu etmek sonuca götürür mü?
Elimizden geleni yapmalıyız. Kadın, erkek ayırımı söz konusu olamaz çünkü bu çok ciddi, acı, ayrıca utanç verici toplumsal bir sorun. Sorun hepimizin. Bizim gücümüz sözümüz, yazdıklarımız…
Öykülere, romanlara, makalelere konu etmek doğrudan sonuca götürmese de farkındalık yaratmak, empati sağlamak, toplumsal bilinç ve tepki uyandırmak mümkün. Yazı bu kadar güçlü olmasaydı yazarlardan, gazetecilerden, şairlerden bu kadar korkulur muydu?
Ayrıca bu korkunç cinayetleri en keskin, en sivri, en vurucu dille anlatmak gerek çünkü gerçek bu. Okurlarımdan özür dilerim ama bunun acıtmayanı, kanatmayanı, sarsmayanı olmaz.
Toplumsal olaylar, aile bağları öykülerinin temelini oluşturuyor. Olayları aile ilişkileriyle paralel götürüyorsunuz. Bir Şehri Terk Etmek Böyle öykülerinden. Toplum olarak her kesimin etkilendiği 80 darbesi kadar, baba kız ilişkisi açısından da önemli bir öykü. Bu tür öykülerinizle okura vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Hayatın başlangıcına gidelim yani doğuma… Bir şeylerin içine doğarsınız. Kimse size dünyaya gelmeyi isteyip istemediğinizi sormamıştır. Nasıl bir topluma, nasıl bir aileye sahip olmak istediğinizi de… Sahip olmak istediğiniz ekonomik koşulları da… Cinsiyetiniz de tamamen kontrolünüz dışındadır. Masum bebeğin kimliğini, kişiliğini içine doğduğu toplum ve aile tarafından şekillendirilir. İbn-i Haldun’un dediği gibi coğrafya kaderdir ama aile de kaderdir. Ama biz buna aidiyet deriz ve insanları yargılarız. Haksızlık…
Bu iki olgunun iç içe geçtiği öyküde yaşanan baba kız ilişkisi de 80 darbesinin getirdiklerinden ve götürdüklerinden kaçınılmaz olarak payını alacaktı kuşkusuz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kısacık geçmişine baktığınızda yaklaşık beş on yılda bir şu veya bu nedenle bir darbe, bir müdahale veya bir altüst oluş görürsünüz. Budama dönemleri gibidir, en çok gençlerin bedel ödediği… Belki de her şey doğal akışı içinde yaşansaydı bugün farklı bir Türkiye’de yaşıyor olurduk.
Mesajım şu olabilir; Kendinizi içinde yaşadığınız toplumdan ayrıştırabileceğinizi sanıyorsanız aldanıyorsunuz demektir. Bu yüzden ülkenizin kaderini etkilemek için yapabileceğiniz bir şey varsa bunu öncelikle kendiniz için yapacağınızın bilincinde olun.
Sevgiler, saygılar, teşekkürler…
edebiyathaber.net (17 Şubat 2025)