Söyleşi: Kenan Okur
Yazar Gülşah Elikbank fantastik romanı Yalancılar ve Sevgililer’den sonra “hayata katlanmayı sağlayan yegâne duyguyu” aşkı ve aşkın kadın ruhunu merkeze alarak kadın erkek ilişkilerini, aile hayatını, toplumsal tahammülsüzlükleri, basın yayın dünyasında yaşanan “yükselme” serüvenlerini konu edinen İhtimal romanıyla devam ediyor yazı yolculuğuna. Yazarla son romanını ve onun üzerinden günümüz insanının “sevgisizlik” ekseninde şekillenen hayatını konuştuk.
İhtimal’in en çarpıcı yanı kadın ruhunun kılcal damarlarına kadar sirayet etmesi. Sizi bu konuya, bir aşk ve “kadın” romanı yazmaya iten ne oldu?
Aşka epey kafa yorduğum doğrudur. Etrafınıza baktığınızda iki günde başlayıp üç günde biten ilişkiler görürsünüz. Kimsenin sevdanın gerçekten ne olduğunu anlayacak vakti, dahası artık buna sabrı bile yok. İlişkiler de fast food oldu. Yaşa ve geç. Oysa ben hala aşka inananlardanım. O yüzden de sahici, tutkulu ve zor bir aşk yazmak istedim. Belki de aşkın o kadar da basit ve kolay olmadığını hatırlatmak istedim.
Yeşim, delidolu, cesur ve tutkulu bir karakter. Hayatının ve kalbinin sesini dinleyen biri. Romanda Onur’la 7 yıl birbirine değmeyen bir evlilik hayatı sürüyor. Yüreğinin peşinden gitme noktasında bir an tereddüt etmeyen Yeşim’in Onur’la yedi yıl bu evlilik hapsini sürdürmesi anlaşılması zor bir tahammül gibi duruyor. Ne dersiniz?
Aslında Yeşim de kendine bunu soruyor ama sonra yanıtı kalbinde buluyor yine. “Bunca yıl ait olmadığım bir yerde nefes aldığımı biliyordum ama nereye gidebileceğimi bilmiyordum. Gitmek istediğim bir yer hiç olmamıştı.” diyor. Bazen kalmak, gidememek değildir, gideceği yeri bulamamaktır. Onunki biraz böyleydi. Bir de uzun süren mutsuzluk halleri insanda bir bezginlik, vazgeçmişlik hatta boşvermişlik haline neden olur. Çaresizliğin gerçek bir nedeni yoktur sadece itici bir güç gerekir insana. O da bazen aşktır.
Eserde karakterlerin babaları hep sorunlu. Hatta romandaki erkek karakterler de olumsuzlanmış sanki. Erkekleri de anlamaya çalışan bir kadın romanı yazmak mümkün değil mi sizce?
Erkek okurlardan gelen epeyce maili göz önüne alınca buna pek katılmıyorum. Onlar kendilerini oldukça gerçekçi anlattığımı düşünüyorlar. Olumsuzlanma haline gelince, toplumda ne görüyorsam onu yazdım. Bu toplumsal gerçekliğin romana yansıması yalnızca ama sizi düşündürmesine sevindim. Demek ki doğru bir tartışma konusuna vesile olmuş.
“Merhamet en temiz intikamdır”
Suzan, romanın en etkileyici isimlerinden. Evladı öldürülmüş, yaralı bir anne. Ve hayatının en büyük acısını yaşatanlara karşı umut ve sevgiyle hayata tutunuyor. “İntikam”ını merhametle alan bir anne. Bu duruş hakkında ne dersiniz?
En sağlam direnişin bu olduğunu düşünüyorum hayatta. Yoksa vazgeçmek çok kolay. Kendinizi akışa bırakmak da öyle. Ama kötülüğe karşı iyilik demek, kendi evladını kurtaramasa da başka evlatları kurtarma şansı demek. Yazarken çok duygulandığım bir karakterdi Suzan. Bir anne olarak, oldukça hüzünlendim onun cümlelerini oluştururken.
İhtimal, bir toplumda ailede ölmenin bedelini en ağır şekilde ödeyenlerin bir çığlığı. Ailede ölenler yeni bir aileye hayat veremiyor. Roman, aile kurumunun gelecek nesiller için emin bir yuva olmasının ne kadar değerli olduğuna dikkat çekiyor. Sevgisizliğin nesiller boyu sürmemesi için ilk adım ne olmalıdır sizce?
Ben de babasız büyüdüm. Hayallerimden biri kocaman bir ailenin parçası olmaktır o yüzden. İçimde kimsenin dolduramadığı ve dolduramayacağı bir boşlukla yaşıyorum yıllardır. Ailede bir yanı eksilmiş tüm çocuklar böyle şüphesiz. Mesela bir gün bile babamın bana seni seviyorum dediğini hatırlamıyorum. Şimdi ben bu cümleyi bir erkekten duyduğumda nasıl inanmam ki? Bir kadının ilk yanılgıları bu sevgi hasretiyle şekillenir. Zamanında duyulmayan her söz, kalpte farklı bir yaraya neden olur. Sanırım bunun olmaması için ilk gereken şey, gerçekten aşık olmadığınız kişiyle evlenmemek. Yanlış evlilikler sevgisiz aile ortamlarına neden oluyor çünkü. Ya da taraflardan biri zaten dayanamıyor ve çekip gidiyor.
Şiir kendi başına bir karakter romanda. Gerek Yeşim’in şiire tutkusu, gerekse yaşananların şiirle ifadesi duygu ve kurgu zenginliğini sağlamış. Şiirsiz bir Yeşim, hatta bir Mahir düşünülemezdi sanırım ne dersiniz?
Kesinlikle. Onların birbirine aşık olmasına neden olan şey de şiir aslında. Üstelik Yeşim şiiri seviyor ama artık kendisi şiir olmak istiyor. O aşka bu kadar kolay kapılmasının nedeni o. Mahir şiire çok benziyor.
Romanda günümüz hayatına siyasal göndermeler de var. Mahir üzerinden “farklı olana tahammülsüzlük hali”nin toplumsal bir hastalığa dönüştüğünü görüyoruz. Bu hastalığa sadece “değinilmiş” olması kitabın aşka ve kadın ruhuna yoğunlaşma eğiliminden midir yoksa aktüel konuların kitaba gölge düşüreceği endişesi mi?
Kendi hayatımda siyasete ne kadar yer veriyorsam romanda da o kadar yer verdim galiba. Günlük siyasi akış saçmalığına kapılıp hayatın ıskalanmasını doğru bulmuyorum. Zaten bununla başa çıkamayız. Ama ülke bu haldeyken de bir yazarı ve gazeteciyi siyasi atmosferi anlatmadan yazmanın imkânı yoktu tabii. Hikâye ne kadar gerektiriyorsa siyaset romanda o kadar var. Epey de gerçekçi haliyle var üstelik.
Yeşim’in şiire ve edebiyata tutkusundan bahsetmiştik. Ona edebiyatı ve aslında hayatı sevdiren Mehmet’le ve ona gerçekten aşık olan ve onun ruhunu kucaklayan Tekin’le değil de en uzak “ihtimal” olan popüler yazar Mahir’le bir hayatı tercih etmesi bir mantık-kalp çatışmasının sonucu mudur?
Aşkın mantıkla en ufak bir ilişkisi bulunmadığı gerçeğini göz ardı etmeyelim. Yıllarca aşksız yaşadıktan sonra kalbinin yerini ona hatırlatan adamın peşinden gitmesinden daha doğal ne olabilir? Bu büyü hayatta kaç kere çıkar insanın karşısına? Yeşim, aşkın ihtimalinin hayatta ne kadar az olduğunu bilip ona kıymet verenlerden. Ne konforlu bir hayat, ne daha fazla şan şöhret, ne de güvenlik önemli onun için.
On iki roman yazmış, herkesin beğenisini ve hayranlığını kazanmış Mahir, etrafındaki kalabalık kadar yalnız biri aslında. Onun bu yalnızlıktan aldığı intikamın “cinsellik” üzerinden olması ve aidiyetsizlik meselesi çocukluğun bir insan üzerindeki derin izlerinin birer yansıması gibi. Kız olsun erkek olsun sevgiyle beslenmeyen hayatların sonu derin bir yalnızlık mı oluyor hep?
Mutlaka. Çünkü sevgiyi göstermek bir zayıflık gibi algılanıyor. Korkular yönetiyor hayatı ve bir duyarsızlaşma başlıyor. İncinmemek için birine bağlanmamak insana mantıklı geliyor. Bunun sonucu da asla gerçek bir bağ, derin bir ilişki kurulamaması oluyor. Etraftaki birçok kişinin bir yansıması Mahir. Herkes onun kadar yalnız. Ama hayat onun karşısına, bu yalnızlığını dürüstçe yüzüne vuracak bir kadın çıkardı. Bu, büyük şans; anlayana.
İçseslerimiz sustukça kalplerimiz boğulur
İçseslerin romanı İhtimal. Belki de suskunlukların. İnsanın mutluluğu olmasa bile en azından huzurunun içseslerin kendini duyurmasından geldiğini görebiliyoruz. Toplumca dışı geçtim, iç sesleri bile susturuyor, ya da susturmak zorunda kalıyoruz. Ve sonrası yaralı kalpler, sızlayan vicdanlar, acı yalnızlıklar. İçseslerimizi nasıl ve ne zaman kaybettik sizce?
Romanın çıkış cümlesi, “Yalancıları iyi tanırım ben. Birine her gün aynadan bakıyorum çünkü.” İnsan kendine söylediği yalanları fark etmedikçe kendi kalbiyle bağı kopuyor. Bu bir kısır döngü gibi. Bağlar gevşedikçe, gerçekler susup yalanlar konuşmaya başlıyor. Takılan maskeler çoğalıyor. Sahtelik etrafta bu kadar kol gezerken de iç ses, dilsizleşiyor. Bu söylediğim şeyi fark etmek ise çok zor. Yani bir insanın en büyük yalanı kendinedir genelde. Bununla yüzleşmek de hiç kolay değildir. Çünkü yüzleştikten sonra yola aynı şekilde devam edemezsiniz. Değişimse epey yürek ister. Gözü kapatıp, kalbi susturmak daha kolaydır.
Yeşim gazeteci, Mahir yazar, Tekin tv müdürü, Mehmet şair… Roman sanat ve kültür hayatındaki ilişkilere, yükselmelere, yok edilmelere de değiniyor. Ve belki de bu camianın “kirli çamaşırlar”ını ortaya seriyor. Anlaşılan cesur olan sadece Yeşim değil, ne dersiniz?
Eh, birinin kral çıplak demesi gerekir bazen. Yeşim sahteliğe, yalana, çıkara dayalı ilişkilere tahammül edemiyor. Kadınların her alanda yaşadığı zorluğu, daha doğrusu onların hayatını zorlaştıran adamları da dile getiriyor. Aslında bunları dile getirdikçe de mutsuzluğun dibine vuruyor çünkü kimse bunları duymak istemiyor. Duymak istemeyen kadar sağır insan var mıdır? Yine de esaslı bir değişim için birinin biraz sesini yükseltmesi gerekmez mi?
Söyleşi: Kenan Okur – edebiyathaber.net (16 Mart 2017)