Cennet’ten kovulduktan sonra Adem ve Havva’nın toprakta bıraktığı izleri takip eden İblis, yanında oğlu Hannas olduğu halde kapılarını çalmıştı. Adem tarlada çalışıyordu, kapıyı Havva açtı. İblis, Havva’dan, biraz işi olduğu için gelene kadar çocuğa göz kulak olmasını istiyordu. Akşam Adem eve geldiğinde, İblis’in oğlu Hannas’ı karşısında buldu ve çocuğu parçalayarak dünyanın dört bir tarafına savurdu. Havva sabah kapıya gelen İblis’e olanı biteni mahcubiyetle aktarınca, oğluna “Neredesin?” diye seslendi İblis. Dört bir yana dağılmış parçalardan “Buradayız” yanıtı geldi, İblis parçalara, toplanıp gelmelerini söyledi. Ve dünyanın dört bir yanından gelen parçalar bütünleşip Hannas’ı yeniden canlandırdılar.
İblis günler sonra yine çocuğunu Havva’ya emanet etmek zorundaydı, türlü dil oyunlarıyla onu ikna etmeyi başarmıştı. Adem bu kez daha da sinirlenmiş, çocuğu parçalara ayırıp ateşe atmış ve küllerini de dört bir yana savurmuştu. Aynı şeyler yine tekrarlandı: “Neredesin?” diye seslenen babasına Hannas’ın yanıtı bu kez dört bir yandaki tozlardan geldi: “Buradayız”. İblis bir kez daha tozların toplanmasını ve oğlunun canlanmasını haykırdı ve dileği gerçekleşti. Bu olayın üstünden epey zaman geçmişti ki Hannas, İblis’in ısrarıyla bir kez daha Havva’nın gözetiminde kalmıştı. Adem bu defa beladan kurtulmakta kararlıydı. Hannas’ı ocaktaki kazana atarak pişirdikten sonra afiyetle midelerine indirdiler. Ertesi gün İblis kapıya dayandığında Havva üzülerek olanları aktardı; İblis son bir kez daha “Hannas neredesin?” diye bağırdı. Hannas’ın sesi Havva ve Adem’in karnından yükseliyordu: “Buradayız baba!”
İblis yanıtı memnuniyetle karşıladı: “Orada kalın sakın ayrılmayın”.
Günah keçisi: Çingeneler, Yahudiler, kadınlar, eşcinseller… Kültürün yükü kader kıldığı “öteki”ler, yüklenen günahın ağırlığını taşıyanlar, bedelini ödeyenler…
Ayna ihtiyacı insanın doğuşundan kaynaklanır. Anneden ayrıldığı an kendisinin farkına varan bu mahlukat, kendini kendinde göremeyenlerin tümü gibi neye benzediğinin merakına yenik düşer. Özünü aramak amacıyla kendi dışındakilere yönelen insan, varoluşuna inanmak için hep bir ayna bulma çabasındadır. Baktığı, temas ettiği her şeyde suretinin yansımasını görmek ve nasıl bir şeye benzediğini bilmek ister; kimliğini oluşturan tüm özellikleri başkasının farkından hareketle tanımlayabilir. Bu nedenle de hep bir “öteki/diğeri”ne ihtiyaç duyar; “sosyal karşılaştırma” zorunluluktur. Bu, aynı zamanda, bireyin yaşam içindeki konumunun inşasını da sağlayacak bir sosyal edimdir. İnsanın kendisi, ötekilerin farklarının toplamıdır; sadece bu nedenle bile toplumsal bir varlıktır ve buna mahkûmdur…
Özne, kendinin veya diğerinin davranış ve duygularını açıklayacak, bilincini ikna etme sürecinin de aktörüdür. Bu rasyonalizasyon sürecinin referans noktası kişinin kendisi, içinde bulunduğu koşullar ve yaptığı şeydir. Bir başka deyişle, birey davranış ve duyguların nedensel analizlerini yaparak sosyal gerçekliğinin inşa sürecine girişir. Bu türden psikolojik süreçlerin merkezinde bireyin kendisi konumlanır; nalıncı keseri gibi lehine yontulan süreçlerdir. Çünkü insan, bu çoklu ilişkilerden aldığı geribildirimlerle kendisini ve kendi gerçekliğini inşa etmektedir. Bu nedenle iyi hissedebileceği bir kimliği giyerek, ona uygun bir gerçekliği inşa etmeyi arzular. Söz konusu inşa süreçlerinin aktörü birey olunca sosyal karşılaştırmanın da atıfların da yansız olması mümkün değildir; olumlu şeyleri kendine yükleme eğilimi onun doğasından ileri gelmektedir. Bu nedenle de deneyimlediği her kötü şey için bir “öteki”ne ihtiyaç duyar; aynada gördüğü kötüyü yükleyebileceği bir diğerine. Kendisini iyi hissetmesinin yegane koşulu üstlenmek istemediği günahlarını yükleyecek bir başkasının varlığıdır. Türkçedeki “iyiyi kendinden kötüyü başkasından bilmek” deyiminin temelinde bu davranış yatmaktadır. Toplumdaki kabulünü artırmak isteyen bireyin toplumdan bağımsız olmadığı onun değerlerini yansıttığı söylenebilir. Bireyler gibi toplumlar da deneyimledikleri her kötü olayın müsebbibini bularak, ortada kalan günahları yüklenecek bir “günah keçisi”ne ihtiyaç duyarlar. Ve günah keçilerinin “rasyonel” örgütlü toplumsal yapının içine entegre olmayan/olamayanlar arasından seçilmesi çok alışıldık bir durumdur; toplumun tüm bireyleri bu günahın paylaşanlarıdır. Evde, mahallede veya şehirde yaşanan günahın bedeli için insanın bencil doğası harekete geçer, bir günah keçisi stereotipine yönelir… İnsan olmanın, toplumsallığın ve kültürün dünyasının arınma ihtiyacıdır bu arayış. İster biyolojik varlıklar olmanın getirdiği doğal içgüdüler, ister kültürel-toplumsal olmanın gereği olarak kabul edilsin, kendi günahlarından arınma isteği kadim kültürlerden bu yana insanın gerçeği olmuştur.
Şeytanın varlığını kendi dışında arayan insan, içinden çıkardığı kötülüğü öteleyen, başkasına mal edendir.
“Bizler kendimizi özel hissettiren bencil önyargılara sahibiz bu sayede yenilgilerimizin hesabını verebiliyor ve değer duygumuzu koruyabiliyoruz.”
Charlie Campbell, Günah Keçisi (Başkalarının Suçlarının Tarihi, çeviren Gizem Kastamonulu, Ayrıntı Yayınları) başlıklı kitabında bu ihtiyacın nedenini böyle ifade ediyor. “Sağlıklı” bir zihinsel süreç olumsuz atıfları kendinden uzağa yapma eğilimindedir; toplum denilen bu linguistik komplekste kendini iyi hissetmenin zaruretidir. Bu yüzden “ben”den “biz”den farklı olana, “benzemeyen”e bakış her zaman olumsuz olmuştur. Sınırlar çekerek inşa edilen “biz” dünyasının dışında kalan herkes potansiyel günah keçisidir. Yerleşiklerin yakınlarındaki göçebeler, beyazların arasındaki siyahlar, Hıristiyan dünyasının Yahudileri, heteroseksüel dünyanın eşcinselleri ve erkeklerin fallik dünyasındaki kadınlar günah keçiliğinde her zaman öne çıkanlardır. Siyasetten sağlığa her konuda insanın bir günah keçisine ihtiyacı vardır, çünkü insan “günahkâr”dır. Campbell, semavi dinlerin hâkim olduğu inanç dünyasında Tanrı’nın günah keçisinin Şeytan olduğunu söyleyecek kadar tespitlerini ileri götürmüştür.
İnsanlığın en eski ve sürekli günah keçisi şüphesiz ki Çingenelerdir. Uzak Asya’dan tüm dünyaya yayılmış bu neşeli insanlar, tüm halklar ve dinler tarafından günah keçisi ilan edilmiş, ilksel günah dışındaki günahların tamamının sırtına yüklenmesinde bir beis görülmemiştir. İbrahim’in ateşe atılmasından İsa’nın çarmıha gerilmesine kadar bir sürü olayın müsebbibi olarak belirlenen ve kültürün kırmızı çizgisi ensestle suçlanan bu halkların, uygarlığın çarkına girmemekten başka günahları yoktu. Tarımsal-yerleşik kültürün dışında kalan bu topraksız topluluk, seslerini çıkarmaksızın ve kendilerini savunmaksızın, uygarlığın kültürel insanlarının günahlarını yüklenmek zorunda kalmışlardır. Bu nedenle de onlara uygulanan ve halen devam eden katliamlar, kültürel linçler ve hatta soykırımlar, ne tarih kitaplarında yer bulmuş ne de haber değeri taşımıştır.
Tarihin en kanlı günahlarının yüklendiği toplumlardan biri de Yahudiler’dir. Hıristiyan dünyanın büyük tepkisini çeken Mısır Halifesi al-Hâkim’in Kudüs’teki “Kutsal Kabir Kilisesi”ni (İsa’nın yeniden buradan dünyaya geleceğine inanılan, çarmıha gerildiği Golgota Tepesi’nde bulunan kilise) yıkmasıyla başlayan gerilim, Haçlı Seferleri ile Hıristiyan toplumun günahlarını yükleyecek “öteki” arayışını hızlandırmıştı. “1215’te, 4. Laterano Konsili’nde, Papa III. Innocentius onları Mesih’in katilleri olarak işaretlemek için Yahudilere sarı yama takmaları ve boynuzlu şapka giymeleri emrini verdi”. Ardından Avrupa’da patlayan veba belasının sorumluluğu da bu insanlara yüklenerek ırkçı nefret suçunun yayılmasında önemli bir rol üstlenmişti… sonrası malum milyonlarca Yahudi katledildi…
Öte yandan pek çok yazar gibi Campbell de, Adem’den dolayı günaha gark olan tüm insanların günahlarını üstlenerek, bedelini bedenine çakılan çivilerle çarmıha gerilerek ödeyen Tanrı’nın oğlu İsa’yı günah keçisi olarak zikretmiştir. Bütün insanların günahlarını yüklenerek canını feda eden İsa, sonraki çağlarda şehitlik mertebesinin de başlatıcısı olmuştur.
Günah keçisi olarak damgalananların büyük bölümü cinselliğinin/cinsiyetin kurbanı olmuştu. Bunlar arasında en büyük pay kuşkusuz kadınlarındı. Kutsal Kitaplar başta olmak üzere eril toplumsal göstergelerin kodları, kadının ve kadın cinselliğinin kontrolü üzerine kurulmuştur. Kadınlara atfedilen toplumsal cinsiyet, onun hakikati gibi gösterilmek istenmiş, günahın, Tanrı karşısında düşülen nankörlüğün bedeli kadının hesabına geçilmiş, İlk Günah’ın menşei gösterilerek eksikli kılınmıştı. Ortaçağ’da kilisenin günah kavramını öne çıkarmasıyla kadınların üzerindeki kem gözler çoğalmış, dişil özellikler lanetlenmeye başlamıştı. Günahın kaynağı olarak işaret edilen kadın, İsa’nın da çarmıha gerilmesinin dolaylı sorumlusu ilan edilmişti… Bu düşünce Engizisyonun Cadı Avlarını başlatmasına yol açmıştı. 1570 yılında yapılan bir hesaplamaya göre, 15 milyonluk Fransa’da 300 bin cadı vardı; Henri Boguet adlı bir yargıç Avrupa’da toplam 1,8 milyon cadı olduğunu hesaplamıştı… Nihayetinde sayıları kesin olmamakla birlikte yüz binlerce kadın cadılıkla suçlanıp yakılmıştı.
İnsanlar gibi toplumlar da kendilerine, diğer toplumlardan ayırt edici özelliklerinin toplamından oluşan bir kimlik inşa ederler ve kimliğin tanımı ötekinden/diğerinden geçer. Benzerlerin inşa ettikleri bu evrenin dışında kalanlar, yani benzemeyenler/diğerleri, ötekileştirilmeye mahkûmdurlar. Toplumun hangi vesileyle olursa olsun ihtiyaç duyduğu günah keçileri, bu duvarın dışında kalanların arasından devşirilir. C. Campbell’in kitabında, buğday bitinden çekirgelere, eşcinsellerden iblislere, Saddam Hüseyin’den Usame bin Ladin’e, toplumsal, dinsel ve siyasi günah keçilerinin örnekleri bağlamlarıyla irdelenmekte, bildiğimiz bir kez daha hatırlatılmaktadır:
Günah da şeytan da insanın kendisidir.
İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (5 Ağustos 2013)