Gündelik hayat denildiğinde aklımızda, sanki zaten bildiğimiz geçiştirilmesi gereken bir durum algısı oluşur. İçerisinde bulunduğumuz, her gün tecrübe ettiğimiz şeydir gündelik hayat bir bakıma bu nedenle pek üzerinde durmayız. Sadece biz değil büyük anlatılar, kuramlar, bilimsel disiplinler için de genel olarak benzer bir hâl söz konusudur. Bu ne kadar doğrudur tartışılır aslında gündelik hayat belki de hiç farkında olmadığımız imkânlar sunar bize. Ama sanırım bu farkındalığı yakalamak için yukarıdan kurduğumuz veya kurulan anlatının dışına çıkmak gerekiyor. Sadece bilimsel veya kişisel anlamda değil, edebiyat, sinema ve sanat için de bunun gerekliliği var gibi geliyor bana. Ayrıca “sıradanın” politik edimi direnme biçimi de önemli. Neyse ki dünyaya baktığımızda, gündelik olana yönelmenin, “sıradanı” anlama çabasının, büyük anlatıları aşındırmanın hayat bulmaya başladığını da söyleyebiliriz. Hem akademik hem sanatsal hem de direnme biçimleri bakımından.
Geçtiğimiz günlerde Heretik Yayıncılık tarafından basılan, Michael Gardiner’in “Gündelik Hayat Eleştirileri” adlı kitabı bana kalırsa gündelik yaşamın her alan için imkânlarını oldukça derli toplu bir şekilde bir araya getirmiş. Gardiner, eleştirel bir dille kendisi açısından gündelik hayat paradigmasının en önemli temsilcileri olarak gördüğü düşünür ve geleneklere odaklanmış. Onlar üzerinden gündelik hayata bakışı, onun üzerinden oluşmuş anlatıları inceleyerek, kendi fikirlerini sunmaya çalışmış. Gardiner’in kitabının amacını; “sosyal bilimler literatüründe, en azından Anglo-Amerikan akademik dünyasında, çokça göz ardı edilen veya kıyıya köşeye itilen, gündelik yaşama ilişkin düşünde “gizil” bir geleneği -ya da daha iyisi, bir karşı geleneği- gün yüzüne çıkarmak ve buna açıklama getirmek.” Diye belirtmiş.
Gardiner, verili kabul edilen ve mahrem kalmaya devam eden, ancak Lefebvre’in kavranabilir tüm insan düşünce ve aktivitelerinin “ortak zemini” veya “bağlayıcı dokusu” dediği şeyi oluşturan dünya, yani gündelik hayat kitabın konusudur diyor. Kitabın konusu olan gündelik hayat nedir gibi bir soru sorarsak yazarın Lefebvre’den aktardığı bir metafor sanırım açıklayıcı olacaktır. Lefebvre, gündelik yaşamı üzerinde yürüdüğümüz ama farkında olmadığımız, hayat veren bir güç kaynağı olarak verimli bir toprağa benzetiyor. Ve ekliyor çiçeklerden ve azametli ormanlardan yoksun bir manzara, içinden geçenler için iç karartıcı olabilir, fakat çiçekler ve ağaçlar bize kendi içinde zenginlik barındıran ve gizli bir yaşamı olan aşağıdaki dünyayı unutturmamalıdır. Lefebvre’e hak vermek gerekir, içinden yürüyüp gittiğimiz çoğu zaman sıkıcı bulduğumuz gündelik yaşam bize aslında pek çok şeyi anlama ve yakından bakma imkânı verebilir. Gündeliğin kendi içinde bir akışı vardır ve bizler için bu akış bir anlam ifade etmez oysa o akış içerisinde sokağın, insanın, kurumların, herhangi bir ritüel gününün anlattığı bir şeyler olmalıdır. Bu sanırım bizim evrenselle, kesinliklerle, büyük insanların büyük anlatılarıyla çok fazla meşgul olmamızla da ilgili ki bu arada Lefebvre’in tabiriyle “içinde zenginlik barındıran ve gizli bir yaşamı olan aşağıdaki dünyayı” unuttuk. Zannedersem Gardiner’in kitabının bize söylediği şeylerden birisi bu. Kitap her ne kadar bu konuyu sosyal bilimler ve yöntemler odaklı çalışsa da başta ifade etmeye çalıştığım gibi pek çok alan için bunlar içerisinde -edebiyat, sinema, sanatın herhangi bir dalı girebilir- farkındalık yaratacak, bugüne kadar bildiğimiz teorilere farklı bir açıdan bakmamızı sağlayabilecek bir metin.
Bahsettiğimiz gibi Gardiner kitabında, gündelik hayat üzerine pek çok isme ve geleneğe değiniyor. Benim ilgimi çekenlerden bir tanesi de “Dada ve Sürrealizm” ile ilgili olan bölüm. Bu bölümde Gardiner, Dada ve sürrealizm tarafından geliştirilen ütopyayı gündelik hayatın dönüştürülmesi yoluyla arama çabasının, gündelik hayat eleştirisinin, yirminci yüzyıl toplumsal ve kültürel kuramında sonradan hızla çoğalacak “gündelik” tanımları üzerinde önemli bir etkisi olduğunu iddia ediyor. Çünkü ona göre; Henri Lefebvre’in, Guy Debord ve Raoul Vaneigem’in çalışmalarında Dada ve sürrealistlerin izlerini görüyoruz. Peki, Dadacılar ne diyorlardı; onlara göre modern toplumda sanat, Marx’ın terimi ilk kullandığı anlamda tepeden tırnağa ideolojikti. Burjuva kültürü bir yandan bir uyum ve biçimsel kusursuzluk hâli ortaya koyarken, gerçekte insani değersizleşmeyi toplumsal ayrımların sürüyor oluşunu maskeliyor ve bu yolla meşrulaştırıyordu. Kısaca Dada, sanatın estetik vaadi ile baskıcı toplumsal ve ideolojik işlevleri arasındaki çelişkiye ışık tutan bir toplumsal kültür eleştirisi yapmaya çalışmıştı. Dadacıların bu görüşünün bugün de çok uzağında değiliz aslında. Sanatın işlevi ve ne olduğu ve neye yaradığı kimden yana tavır aldığı hâlâ sıklıkla tartıştığımız bir konu olarak çıkıyor karşımıza. Dadacılar bu nedenle geleneksele dair olanı, inançları ve eleştirdikleri anlamda sanatı reddediyorlardı. Onlar gündelik yaşamın düzenini bozmayı, dayatılan rutinlerin dışına çıkmayı aslında bir bakıma yıkıp yeniden yapmayı savunuyorlardı. Bu konuda çeşitli eylemler geliştirmişlerdi mesela; Gardiner’in aktardığı bir provakosyon eylemi bana çok ilginç geldi. Bir Dada akşamının ilanında Charlie Chaplin’in Dada hareketine katıldığı ve halka açık bir konuşma yapacağı söyleniyor. Ancak gelenler Chaplin yerine, kafasını tıraş eden veya telefon rehberini yüksek sesle okuyan bir Dadacıyla karşılaşıyorlar. Dadacılar bu tarz eylemlerinden dolayı çok eleştirilseler de bana kalırsa tam anlamıyla gündelik yaşamı aşındırma anlamına gelen bir eylem. Sürrealistlerin ve Dadaların fikirleri bir bakıma sanat ve hayat arasında oluşturulmuş ikiliği kaldırmayı hedefliyordu, sanırım Baudrillard’ın “sanat hayat olmak istiyor” dediği durum onlar için de geçerli.
“Gündelik Hayat Eleştirileri” kitabı ayrıca Bakhtin, Agnes Heller, Michel De Certau, Dorothy E. Smith gibi isimler ve Sitüasyonist Enternasyonal geleneğe de yer veriyor. Gardiner kendisi açısında gündelik hayat dönüştürmeye çalışmış, ona sosyal bilimsel bir perspektif içerisinden bakabilmiş kuramlara bakarak eleştirel, disiplinler arası bir perspektif çizmiş. O gündelik hayatta, yaşanmış toplumsal ilişkilerin küçük ayrıntılarını oluşturan, yeni kişisel kimlik biçimleri üreten ve bedensel ihtiyaç ve arzularımızı dışa vuran, hâttâ Michel Maffesoli’nin nitelediği üzere “yeni bir ayaklanma “biçimini” simgeleyebilecek çoğulcu, kolektif enerjilere daha yakından şahit olabiliriz diyor. Gardiner’e katılmak gerekiyor genelleyen, sınırlayan, akla hapseden, gerçekçilik peşinde koşan, evrensel temalar tutturan anlatıları kırmak için de gündelik hayat bize epey imkân sunabilir, bunun farkında olmak gerek çünkü kitapta Hegel’den aktarılan şu cümlenin ifade ettiği gibi; “Âşina olunan illa ki bilinen değildir.”
Emek Erez – edebiyathaber.net (9 Kasım 2016)