Bu yazıyı kaleme aldığımda 14 Şubat Dünya Öykü Günü kutlamaları yapılacaktı. Günün anlamına uygun düşsün diye öyküye bırakacaktım kendimi. Fakat gündem o kadar yoğun ve kötü ki. Sosyal medyada iki haber akıyor sadece. İlki Özgecan Aslan. Duyarlı her yüreği yakan bir katliam haberi. Aslan gibi bir kız. Hayatının baharında bir gonca gül. Hastalıklı ve ne acıdır ki sırtı sıvazlanan bir zihniyetin kurbanı. Bir diğer haberinse bizzat tanığıyım bir gün öncesinden. Laik, demokratik, anadilinde eğitim talebimiz orantısız bir şiddete maruz kaldı İzmir Fuarı’nın Basmane kapısında. İşte böyle bir gündemin içinde öyküye koşmak istedim. Başka türlü nefes almak mümkün olamayacaktı çünkü. (Yazı yayımlandığında nasıl bir gündemin içinde oluruz onu da kestirmek mümkün değil. Her gün başka bir ülkeye uyanıyoruz!) Çocukların dünyasına sığındım yine. Onların masum, temiz dünyasına.
Bir süredir kütüphanemin raflarında bekleyen, her içeri girdiğimde yüzüme gülümseyen fakat her defasında ertelediğim iki kitaba uzandı elim, Tudem etiketiyle yayımlanan “Şipşak Hikâyeler”e.
Şipşak Hikâyeler adına yaraşır bir şekilde şipşak okunabilen öykülerden oluşuyor. Anlatım dili, sözcük seçimleri, seçilen olaylar ve bu olayların günlük yaşamla ilişkisi, bugüne kadar karşılaşmadığım türden. Mizah ögeleri ise eğlenceli olduğu kadar zihin açıcı. Bu yüzden raflarda karşılaşılabilecek mizahi kitaplardan çok farklı kitaplar “Şipşak Hikâyeler”.
İlk kitabın ilk öyküsü “Masalların Hikâyesi.” Bu ilk öyküyü okuduktan sonra kitapları elden bırakmak mümkün olamıyor. Ve kitap, arka kapakta yazdığı gibi iddiasını ortaya koyuyor. Bu hikâyeler uyutan hikâyelerden değil. Eğlenmeyi, gülmeyi, şaşırmayı vaat ediyor.
Merak duygusunu canlı tutmak adına ilk öyküyü burada paylaşalım istiyorum. Benzer diğerlerini de kitaptan okursunuz artık.
“Masallara inanmayan bir çocuk varmış. Annesi ne zaman ‘Bir zamanlar, zalim bir dev…’ diye söze başlasa, lafı onun ağzına tıkarmış. ‘Bana masal anlatma’ dermiş çocuk. ‘Dev diye bir şey yoktur!’ Büyükbabası ‘Bir zamanlar, bir kral…’ diye en sevdiği masalı anlatmak istediğinde de hemen ona sorular sorarmış. ‘Nerenin kralı? İngiltere’nin mi, Panama’nın mı? Hangi dönemde yaşamış peki? Bu anlattıkların gerçek mi, uydurma mı?’ Çocuğa olmuş bir olay anlatıldığında ‘Ufak tefek şeyleri bile abartıp hikâyeleştiriyorsunuz!’ diyerek kızar, otuz saniye sonra da esnemeye, gözlerini ovuşturmaya başlarmış. ‘Size inanmamı nasıl beklersiniz ki?’ diyerek şaşkınlığını belirtirmiş. (…) Bir gün dayanamayıp onu yanıma çağırdım ve ona bir hikâye anlattım; masallara inanmayan bir çocuğun hikâyesini. ‘Çocuk, annesi, ne zaman -Bir zamanlar zalim bir dev…- diye söze başlasa, lafı onun ağzına tıkarmış.’ Sözümü kesmedi. Anlatmama izin verdi. Bitirdiğimde, ‘Bu hikâye ne tuhaftı, sanki hem görüyor hem de hissediyordum. Hepsini yaşıyor gibiydim. Bir kere daha anlatabilir misin?’ dedi. Hikâyeyi baştan aldım, beni yine pür dikkat dinledi. Bitirdiğimde, ‘Bana hikâyendeki çocuğun inanmadığı hikâyelerden de anlatabilir misin?’ diye sordu. Dev, büyücü, kral ve prenses masalları, sonra da birçok gerçek olay anlattım ona. ‘Gerçekten de inanılmaz!’ diye heyecanlandı her defasında. ‘Hikâyendeki çocuk bütün bunları duyunca ne dedi peki?’ diye sordu. Cevap vermek zor değildi: ‘Aynen senin gibi -Gerçekten de inanılmaz!- dedi’ diye cevap verdim ona göz kırparken.”
Gündem yoğun, gündem kötü, gündem üzüyor. Çocuklarımızı bu kirlilikten iyi korumalıyız. Olan bitenden habersiz olmasınlar, dünya gerçeklerinden uzak kalmasınlar. Nasıl bir ülke için büyüyorlar bilsinler. Ama ruh sağlıklarına da dikkat etmeliyiz. İşte bu yüzden “Şipşak Hikâyeler” türünde kitaplara yoğunlaşsınlar. Okusunlar, insan olsunlar.
Aydınlık bir gelecek, çocuklarla gelecek.
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (19 Şubat 2015)