Yaşamın anlatılamaz zamanları vardır. Hiçbir sözcükle karşılanamayan zamanları. Kısacık bir an, hissettiğiniz ufacık bir duygu kırıntısı, bütün bir ömrü özetlemeyi başarır bazen. Bir hayal kırıklığının dayanılmaz sızısını, gözünüze öylesine çarpan düşen bir yaprak hatırlatabilir. Bir sokak kedisinin bacağınıza sürünürken çıkardığı mırıltıda hiç unutamadığınız mutlu zamanlar canlanabilir. Uzadıkça uzayan bir yolculukta radyoda çalınan bir şarkı hüngür hüngür ağlamanıza neden olabilir. Sabah uyandığınızda karşılaştığınız her günkü mavi gökyüzü o gün boyunca sizi mutlu etmeye yetebilir bazen. Hiçbiri anlatılır şeyler değildir. Anlatsanız anlamına kavuşamaz, eksilir.
Oysa iyi yazarlar, sözcüklerle anlatılmaz olanı anlatabilirler. Anlatmakla kalmaz çoğaltırlar. Bu yüzden “iyi” yazardırlar. Onların doğal bir akışla sıraladığı cümlelerine öylece kendinizi bırakmış giderken bir bakarsınız o anlatılamayan şeylerin içinde, o anlatılamayanları içinizin en derininde hissederken buluverirsiniz kendinizi. Sorsalar yine anlatamazsınız, anlarsınız sadece…
Günden Kalanlar, Kazuo Ishiguro’nun ilk okuduğum kitabı. Sayfalar boyunca o anlatılamayanı anlatma ustalığını ince ince işlemiş bir yazarla karşılaşmanın hazzı ile okudum.
1930’ların sadece İngiltere değil dünya siyasetinde de söz sahibi olabilecek kadar güçlü bir lordun ihtişamlı malikanesinde baş uşak olarak görev yapan Mr. Stevens’ın birkaç günlük bir yolculuğuna eşlik ediyoruz Günden Kalanlar’da. Mr. Stevens bu yolculuğa çıktığında lort çoktan vefat etmiş, ihtişamı çok geride kalan malikane zengin bir Amerika’lıya geçmiştir. Kitabın anlatıcısı da olan Mr. Stevens yolculuğu sırasında tüm geçmişini gözden geçirirken, bizi de hikayesine konuk eder. Bu hikâye onun olduğu kadar, iki savaş arasında İngiltere’de ve dünyada yaşananların, insanlık durumlarının, tarihin en trajik zamanlarının hikâyesidir.
Kitabın ilk bölümlerinde 1930’lar İngilteresi, İngiliz kültürü, bir başuşaktan alt kademedeki hizmetlilere, aristokratlardan bürokratlara sosyal sınıfların özellikleri ve ilişkileri, mekanlar, ortam ve toplumsal ruh halleri tanımlanır. Ishiguro tüm bu tanımlamaları hikâyeden uzaklaşmadan, hikâyenin ayrılmaz bir parçası olarak oluştururken okuru adeta sonraki bölümlerde olacaklara hazırlar. Üstelik bunu öyle ustaca yapıyor ki, neredeyse kitabın yarısına kadar okurun ilgisini taze tutacak kayda değer olaylar olmadığı halde, cümlelerin, anlatımın, dilin edebiyat tadı okuru kitabın içine çektikçe çekiyor. Bu konuda çevirmen Şebnem Susam-Saraeva’nın başarısını da kutlamak lazım.
Ishiguro, okuru olacaklara hazır kıvama getirdikten sonra, kitabın başında okura hiç de fark ettirmeden titizlikle yerleştirdiği, sonradan romanın temel parçaları olduğunu anladığımız detayları tek tek anlamına kavuşturan bir kurguya imza atmış. Kitap Mr. Stevens’ın hikâyesi olduğu kadar, “vakar” sözcüğünün de hikâyesi. Ishiguro, “vakar”ı kitap boyunca kurgusunun en önemli parçalarından biri yapmış. Mr. Stevens, sayfalar boyunca konuştukça “uşak”lığın alışıldık anlamını terk ediyoruz. Babası da başuşak olan Mr. Stevens, ömrünü tutkuyla mesleğine adamış dünyadaki milyonlarca insandan biridir. Ömrünün büyük bölümünü geçirdiği Darlington Malikanesi, dönemin başbakanlarını, üst düzey bürokratlarını ağırlar, iki dünya savaşına dair önemli kararların alındığı yerlerden biridir. Dönemin en ünlü ve önemli isimlerine hizmet eder Mr. Stevens. Yaptığı işle gurur duyar; dünyanın gidişine dair alınan tüm kararlarda azıcık da olsa bir etkisi olduğuna, hiç olmazsa bu kararlar sırasında orada bir varlık gösterdiğine inanır. Ishiguro, Mr. Stevens’ın mesleğine bağlılığını, bu bağlılıktaki tutkunun ona neler kazandırdığını ve neleri yitirmesine neden olduğunu anlatırken, okuru gitgide kendi ile yüzleştiği bir sürecin içine de sokar. Mesleklerimiz, tutkularımız, hayata bakışımız ne kadar farklı olursa olsun, Mr. Stevens’ın seçimleri, aldığı kararlar, içine düştüğü çıkmazlar, özveri ve fedakarlıkları hepimiz için ortak özellikler taşır. Savaşların, dünyada yaşanan olumsuzlukların nedeni Mr. Stevens değildir elbette, ama insanların çoğunluğu Mr. Stevens gibi olduğu için savaşlar, katliamlar her dönemde varlığını sürdürmektedir. Ishiguro, müthiş bir ustalıkla, Mr. Stevens üzerinden insanlığa acımasız bir ayna tutar; bu acımasızlığı ne sözcüklerinde ne cümlelerinde ne de kurguda görebilirsiniz, ama anlarsınız, en derininizde bir sızı ile birlikte anlarsınız.
James Ivory tarafından filmi de çekilen Günden Kalanlar, büyük bir aşk hikâyesini de içinde barındırıyor. Ishiguro, alışıldık aşk tanımlarını da bir kenara itmiş, birbirine hiç dokunmadan, aşka dair hiçbir sözcük sarf etmeden iki insanın arasında gidip gelen duygu selini de müthiş bir ustalıkla anlatmayı başarmış. Filmde başrolleri paylaşan Anthony Hopkins ve Emma Thompson’ın muhteşem oyunculukları ile, James Ivory de böyle bir aşkı anlatmayı başarmış. Sinemanın yapısı gereği kitabı birebir filmde bulmamız elbette mümkün olmasa da, Ishigura’nın kitapta yapmaya çalıştıklarını Ivory’nin filme başarı ile yansıttığını söyleyebilirim.
Kitabın bir yerinde karşısına çıkan yaşlı bir adam Mr. Stevens’a akşam saatlerinin günün en güzel saatleri olduğunu, bu yüzden insanların akşamı iple çektiğinden söz eder. Filmin bir sahnesinde ise Bayan Kenton (Emma Thompson) Mr. Stevens’a (Anthony Hopkins) sorar: “Siz neyi bekliyorsunuz Mr. Stevens?”
Hepimizin, ömrümüzün büyük bir bölümünü tamamladıktan sonra uğruna kendimizi adadığınız şeylerin koca bir hayal kırıklığına dönüştüğü, yaşamımızın boşa geçtiği hissine kapıldığımız günler olmuştur. Kim olduğumuzu ve yaşamımızı o günler belirler biraz da. Böyle günlerde bir uşak ya da lort olmanız, yoksul ya da zengin olmanız, yapayalnız ya da büyük bir ailenin parçası olmanız, sarayda ya da bir viranede yaşıyor olmanız önemli değildir; o “Günden Kalanlar”la yarına nasıl devam edebildiğiniz, devam edebilme gücü ve iradeniz belirler kim olduğunuzu ve yaşamınızı.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (16 Ocak 2019)