Taşıyıcı söz…
Camus-Char yazışmalarında ilkin karşımıza çıkan da bu.
Duygu ve düşüncelerle harmanlanan yazışmaların derinlikli bir bakış/anlam taşıdığını söylemek isterim hemen.
Kendi sözü olan anlatıcılar öyledir. Her türlü yazışma/yazı/anlatılarında kendi adalarını kurarlar.
Sözünü ettiğim öylesi bir adayı kurabilmek için yolunuzun takım adalardan geçmesi gerek. Ve yola çıktığınız kıyınız/yeriniz, aidiyetinizin coğrafyasının önemi ise kaçınılmaz.
Sonrası size kalmış.
Başlayış ve kopuş, bağlanış ve varoluş çizginizi belirleyen de işte bu yola çıkışlarınızdır. Çünkü öykünüz oralardan ağıp gelir.
Yeriniz, yurdunuzu belirlerken imgeleminizi var eden her şey belleğinizin vazgeçilmez sesi/rengi/sözü/dokunuşudur aslında.
Sizi yeni ile karşılaştıran, onlarla alışverişe yönelten de bunlardır.
Camus ile Char’ın kıyıları, iklimleri farklı da olsa; onları var eden renkler birbirine açılan kapılar gibidir.
Bazen bir duyguda, çoğunlukla da düşüncelerde buluşmaları belki de onlar için akkor zamanların bir ürünü. Yani, dostluk böylesi anlarda kendini gösterir.
Yazarak gitmek yazarak paylaşmaktır; o ậnı/zamanı, sizde o yakınlığın taşıdığı değeri.
Bu soy yazışmalar o açıdan değerlidir; hem yazan/yazılan açısından, hem de sonraki zamanlara taşınanların bakışlarında.
Kendi payıma Camus-Char yazışmalarını okurken zihnimde bin bir gözeneğin açıldığını söylemeliyim.
Camus üzerine yazdıklarımı hatırladım, onunla ilk gençlik yıllarımdan beri (“Bir Alman Dosta Mektuplar” ve “Yabancı” ile başlayan) süren yolculuğumu…
Sonra Renẻ Char…
Onun yakın dostu Lütfi Özkök’le Stockholm’deki evinde yaptığımız Renẻ Char’lı söyleşilerimiz… Onun göçüp giderken bıraktığı çalışma masasının son halinin fotoğrafını Özkök’ün stüdyosunun kapısının alınlığında görmem, buna dair konuşmalarımız… Sonra, Gamla Stan’da bir cafede oturup “Renẻ Char’ın Öldüğü Akşam” denememi yazmam… Ve daha ne çok şeye pencereler açtığını söylemeliyim bu “Yazışmalar” ın…
Bir şair, bir yazar…
Bence bu iki tanımın da ötesinde iki yeryüzü insanı, düşünürü Renẻ Char ile Albert Camus. Aralarındaki yazışmalara yansıyan düşüncelerinin içeriği, insana/hayata bakışındaki duyarlılık, yazma/yaratma eylemine karşı tutumları… Öylesine saydam, açıklık içeren nitelikte ki; iki insan arasında kalmaması gereken bir çoğulluğu içeriyor.
Evet, bazı yazışmalar böyledir. Yazılanı tek olsa da; paylaşılanı çoktur.
Bunu da ben, insanın seçtiği o saydamlık içeren hayatına bağlıyorum. Yalansız, telaşsız; tüm varlığıyla adanmış hayat: yazıya, insana, sevmeye…Ve daha çok seye…
Eğer böyle bir hayatınız yoksa yazamaz, paylaşamaz, insandan insana gidemezsiniz.
Yazışmaların birçok satırını çizmem, notlar almam; her biri üzerinde düşünmem o paylaşımların ne denli değerli olduğunu da hatırlattı bana.
Camus, bir yerde şunları yazmıştı Renẻ Char’a:
“Sık sık son konuşmamızı, sizi, içimdeki size yardım etme arzusunu düşündüm. Ama dünyayı sırtlayacak güç sizde fazlasıyla var. Yalnızca dayanak noktasını arıyorsunuz, arıyoruz. En azından, bu arayışlarınızda yalnız olmadığınızı biliyorsunuz. Belki bilmediğiniz şey, sevenlerinizin size ne kadar gereksinim duyduğu, siz olmasanız bir diğerinin kalmayacağı. Öncelikle kendimden söz ediyorum, ben yaşamın anlamını, kanı canı yitirmesini görmeye boyun eğmedim asla. Doğrusunu söylemek gerekirse, yalnız bunu üzüntü bildim. Yaşama acısından söz ederler. Oysa doğru değil bu, yaşamama acısı demek gerek. Peki ama bu karanlık dünyada nasıl yaşayacağız? Siz olmasanız, saygı duyup sevdiğim iki üç kişi olmasa, şeyler kesinlikle derinliğini yitirirdi.”
Sanırım bu satırları okuduğunuzda ilkten dönüp kendinize, sevebildiğiniz o birkaç kişiye, hatta yazdıklarınıza, yazabileceklerinize de bakmanız gerekir sevgili okurum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (18 Aralık 2018)