Sudan Ömrüm
Suyun sesi, çakıl taşlarının parıltısı, ışıkla oynaşan kelebeklerin dansı yitirdiğim her şeyi bana taşıyor. Doğanın her kıpırtısında çocukluğumuzun, yiten cennetimizin varlığını bulmak… Buradaki renk ağışmasında geçmişe dair her bir şeyi görmek öylesine sarsıcı ki; ötede kalanlar, artık uzak bile olmayanlar bir ânda başka bir boyutta kendilerini gösteriyor. Buraya it bir varlığa dönüşüyor geçmişin imgeleri.
Ses ve renk, ışığın taşıdığı büyüleyici devinim… Az ötede suyun çağıl çağıl akışındaki eda…
Kelebekler çevremde fır fır dönüyor. Sessizlikteki sesin ne olabildiğini onların ahenkli süzülüşlerinden algılayabiliyorum. Her birinin görünüşünü yakalayabilmek için fırdöngü içinde bakışlarım.
Hayır! Her biri, ‘ben tekim,’ diyor, ‘ele avuca sığmazam, herkese görünmezem,’ tınısında!
Gözlerimizin rengini nereden aldığını çıkarsayabiliyorum artık. Menevişlenen sudan, yeşilin bin bir tonundan, ışığın yalım yalım parıltısından…
Ancak bir kelebeğin kanat kanata sekişine yansıyanı görebildiğinizde doğanın bu ahengine anlam verebiliyorsunuz.
Yeşil Vadi’deyim.
Suyla başlayan günümün ışıltısında.
“İnsanımız Böyle!”
Anonimleşemeden kurtulmak gerek. Ama nasıl? Benzeşmenin ötesinde sürüklenişin getirdiği kanıksama hali. Hayatın her alanında görüp gözlediğimiz. Sokakta, çarşıda, pazarda…İnsan ilişkilerindeki sıradanlaşma. Haklıydı Montaigne; “İyi Fransızca konuşmayana, Latince bilmeyene ayıracak zamanım yok,” derken. Giderek dilini konuşamayan, meramını ifade edemeyen bir ulusa dönüşüyoruz.
“Türkçe edebiyat,” diyenler, anonimleşmenin kapısını çalacaksınız eninde sonunda bir gün.
Ne Yazar, Ne Anlatırız
Günceden geçer günümün ilk saatleriyle gecemin kapanışı. Ne mi yazarım? Bazen her şey, bazen de hiçbir şey! Yazının “çoklu yaşam” olduğunu bilerek yaşadığıma göre; ayıklayarak yazdığımı söylemeliyim ilkten. O “her” de, “hiç” de azdaki çokluğunun nişanesidir aslında. Bu da, her güne yazmak, alışkanlıktan öte gerekliliktir benim için. Yazıda sürdürülebilirliğin yolu buradan geçer bence. Her günlük kaçınılmaz biçimde otobiyografiktir. Biri(leri) için değil kendim için yazdığıma göre, yazma düsturunu bana öğretmesi, hatta okumalarımı biçimlemesi çok şey anlatır bana. Günü yazmak, güne dokunmaktır benim için. Gözün gördüğü her bir şeyden anlam çıkarmaz mıyız?
Komşum, sığla ağacı yağı getirmişti küçük bir şişede. Nelere iyi geldiğini sayıp döküyordu. Dinliyordum, merakla, öğrenerek hatta. Ama en çok da bu yağı o kokulu ağacın gövdesinden nasıl çıkardığını merak etmiştim. Bakışlarımla bunu sormuş olmalıyım ki, ilk sözü bitince buna geçmiş oradaki hünerini sayıp dökmeye başlamıştı. Nefesi tükenmeye yakın şunu da eklemişti:
“Ama herkes bu yağı oradan çıkaramaz, sabır ve ustalık ister!”
Yazı yazmaya benzettim onun bu hüneri biraz da!
Sedo’nun Dilleri
Sedo’nun gözleri aklımdaydı. Bir de sesindeki tarifsiz keder.
İçli biriydi. Dahası nazlı…
Ben Almidilli’yi okurken, o da “Güliver’in Seyahatleri”nden bir türlü çıkmak istemezdi.
Gelip gelip başımda bekleşip duruyordu. Bilirdim ki, başyka sese gitmek istiyordu. Söz vermiştim ona, havuzda yüzmeyi öğretecektim.
Havuz dediğimse de; kapalı bir yerdekini anlamayın. Evimize yakın Tohum Islah İstasyonu’nun piknik alanında, ağaçların arasında, küçük bir ormanı andıran yerde göz seyrine iyi gelsin diye yapılmış bir süs havuzu.
Pikniksiz zamanlarda, lojmandaki çocukların ve biz daha gençlerin eğlence yeriydi gene de.
“Hadi, çimelim,” dendi mi ya Karasu’ya inecektik; ki, yürüme mesafesi bir saatlik yoldu. Ama havuz vardı önümüzde. Koruluğun bekçisi göz yumar; “aranıza yabancı almayın,” derdi kaşlarını çatarak.
İstasyon’a evleri yakın olanlar yabancı sayılmazdı. Göz aşinalığı kadar; sürekli aynı yoldan kente gidip gelme, aynı otobüs, jeep ve traktör römorkunda yolculuk etmek bizi yakınlaştırmıştı.
Sedo’nun Elleri
Sedo’nun annesi halı dokuma ustasıydı. Kırım’dan göçmüş bir ailenin zanaatını sürdürüyordu.
“Babam bir gün gelecek,” diyerek annesinin dokuduğu halıları, kilimleri bize göstermek için eve çağırdığında; annesinin gülen gözleriyle karşılaşmam beni sevindirmişti. Sedo’nun o kederli bakışlarını bir an unutmuş, annesinin dokuduklarındaki renk cümbüşünü şaşkınlıkla seyre dalmıştım.
Tohum Islah İstasyonu’nda yaşam küçük bir “koloni”yi andırıyordu.
O ağaçlı geniş alan bizim gözümüzde dünyanın belki de en büyük ormanıydı! Dahası, izlediğimiz Amerikan filmlerinin (özellikle kovboy filmlerinin) mekânlarını çağrıştırıyordu.
Lojmanlar, buranın, adeta insan nefesinin taşındığı yerlerdi. Ama bir “çiftlik” olarak da nitelendirilen bu yer, Amerikalıların kurdukları üniversitenin bünyesinde, daha çok Ziraat Fakültesi’ne ait tarım/üretim/hayvancılık alanlarının deneysel mekânıydı.
Marangozhanesinden oto bakım işliğine, seracılıktan at harasına, tavuk çiftliğinden süt hayvanlarına kadar her türlü zirai işçiliği bünyesinde barındıran koca bir çiftlik hayatı…
Sedo, sanırdınız ki burada her yerde. Bilen, anlayan, konuşan, gideniydi. Anlatır, merak eder, sizi alır sevinçlerine taşırdı.
Şimdi hatırlarken onu, dönüp Almidilli’yi, Fareler ve İnsanlar’ı okumam da bu yüzden…
edebiyathaber.net (26 Eylül 2023)