Günlük tutan, mektup yazan biriyimdir. Yazıda başlangıç noktam olduğundan yüksünmem de. Yazacak çok şeyim olur, gene de mektuplarım seçilmiş, yakınımda duran kişileredir.
Günlük bir ayna tutma, yüzleşme, hatta iç dökmedir benim için. Bunu, alışkanlıktan öte, bir gereklilik olarak görürüm.
Beni günlükle buluşturan annemdir. İlkokulu bitirdiğimde, o güne değin ancak fotoğraflarda tanıdığım teyzemi görmek için Erzurum’dan Muş’a gidecektim. Hem okul bitirme, hem de yaz tatili dinlencesi armağanıydı bu benim için.
Annem, bir de defter armağan etmişti; “teyzenle geçen her gününü yaz,” diyerekten.
Onun isteğine sadık kalmış, deftere teyzemle geçirdiğim her günümüzü yazarken resimler de çizmiştim.
O günden sonra gün gün yazmak, sonra da mektuplaşmak/mektup yazmak girmişti hayatıma.
Nurullah Ataç’ın “Günce”sini, “Günlerin Getirdiği”ni, ardından ise André Gide’in “Günlük”lerini keşfettiğimde ise artık “günü gününe” adını verdiğim günlüklerimde yol alıyordum.
Salâh Birsel ile bir konuşmamızda; (ki onun “Kendimle Konuşmalar”ını çok önceleri keşfedip okumuştum) “günlük” sözcüğünü Ataç’tan önce kullanıp yazdığını söylemişti.
O sıralarda Türk Dil Kurumu’nun “Günlük Özel Sayısı”nı (Nisan 1962, Sayı: 127) bir sahaftan edinmiş vazgeçilmezim kılmıştım.
Bana yazı yazmayı öğreten, okuduklarım üzerine düşüncelerimi notlara dökmeyi gösteren günlüktür.
Mektup ise düşündüğümü bir başkasıyla paylaşmak, o ânı aktarmak duygusunu taşımıştır bana. Hatta öyle ki; zaman zaman bunlar birer denemeye, öyküye de dönüşmüştür.
Galiba iyi yazarlığın yolu bu iki türde yazmaktan geçiyor!
Çünkü günlük de, mektup da bir düşünce üretimi olduğu kadar yazma disiplinidir, sürekliliktir.
Hayata yazının ucuyla bakmaktır. Yazarak yol almayı öğrenmektir.
Yazıda hayatın, hayatta yazının var olabileceğini ben günlükte/mektupta buldum, öğrendim.
Witold Gombrowicz’in “Günlük: 1953-1958” kitabını okurken, bu türde yazmanın ne denli elzem olduğuna bir kez daha tanık oldum sevgili okurum.
Edebiyatın yaşamım sürdürülebilirliğini sağlamamda günlük tutmamın rolü vardır.
Her günlük kaçınılmaz olarak da otobiyografiktir. Bir yazar/anlatıcı için her gün yazılmayı bekler, ama bunların her birini ille de yayımlanacağı için de yazmayız.
Ataç da, Birsel de yayımlamak için yazanlardandı. Hatta bu türe farklı bir tarz getiren Muzaffer Buyrukçu da öyleydi.
Kendi payıma “günü gününe” lerimi yayımlamak için yazmadım.
“Andırın Defterleri” adını verdiğim, bir dönem (1979-1982) tuttuğum günlükleri ise; uzun süre sonra dönüp okuduğumda, bunlarda yayımlanabilir yanlar olduğunu gözledim.
Gelin görün ki; orada o kadar çok duygu dünyam, dış dünyada yaşananlar/tanıklıklarım ve okuyup yazdıklarım var ki; bir yanıyla özyaşamsal notlar, anılar, anlatılarla örülü “günlük”lere ne bir ad bulabildim ne de yayımlama isteğini göze alabildim.
“Anılarımı yazmam, ben romancıyım; oradan beslenirim,” diyen Yaşar Kemal’in sözleri kulaklarımdadır hep.
Ben de günlüklerime bakınca, her şeyin orada olduğunu görüyorum. Tıpkı Camus’nün “Defterler”ine yansıyanlar gibi.
Bir yazar bütün sırlarıyla böyle ortada gezinmeli mi?
Eğer “açık günlük” yazmaya soyunmuşsanız, kendinizi fazla saklamışsınızdır demek.
Galiba Witold Gombrowicz’in yazdığı da biraz budur. Okurla iletişim/söyleşim yolu. Bu da bir tarz. Günlük’ün, günce’nin bir başka türü diyelim en iyisi: Açık Günlük.
Kendi payıma Gombrowicz’in “Günlük” ünü bir roman, bana yazılmış birer metinler manzumesi gibi okumaya başladım bile.
Çünkü biliyorum ki; günü yazmak suya yazmak gibi bir şey değildir. Hele de bu iyi bir yazarın kaleminden çıkıyorsa; sizi kendine ve yapıtına daha da çok yaklaştırabilir.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (4 Temmuz 2017)