“Romanı diğer edebi türlerden ve kendisinden
önceki kurmaca biçimlerinden ayıran nokta,
kahramanları bireyleştirmeye ve onların çevresini
ayrıntılı bir şekilde sunmaya verdiği önemin
büyüklüğüdür.”
Ian Watt
“Şarkını Söylediğin Zaman”dan sonra (2011), “Kendi Gecesinde” (2014) romanını kaygıyla okumaya başlıyorum.
İnci Aral’ın roman çizgisindeki iniş çıkışları biraz da popüler kültürün zorlamalarına veriyorum.
Öyle ki; roman yazmanın, yayıncının/piyasanın beklentisini ille de yerine getirme gibi bir çabaya dönüşmesi günümüz romancısının açmazı.
Aral ise, başlangıçtaki üçlemesini bir türlü aşamayan, tekrara düşen romancı izlenimini bırakmıştır bende.
Eni konu “Ölü Erkek Kuşlar” (1991), “Yeni Yalan Zamanlar” (1994), “Hiçbir Aşk Hiçbir Ölüm” (1997) onun roman yolunun sağlam yapıtlarını oluşturuyordu.
Anı-roman diye nitelendirdiği “İçimden Kuşlar Göçüyor” (1998), yetersiz/zamansız bir anlatı olarak karşımıza çıkmıştı. Derinliği olmayan bir iç döküş, yazarın/anlatıcının yaratısal dünyasını açamayan, ama kendisiyle didişen bir anlatıydı. Ki; bu, bir duraklama/kırılma noktasıydı İnci Aral için.
Bunların ardından gelen “Mor” (2003), “Taş ve Ten” (2005), “Safran Sarı” (2007) söz verilmişçesine yazılmış romanlar olarak karşıladı bizi.
Ayrı zaman dilimlerinde okusam da; bir araya getirdiğimde; İnci Aral’ın bu üçlemeyle neye/niçin/nasıl ayna tuttuğunu hep sorguladım. Eksik bir bakış, yetinmeyen bir duygu, yansıtılamayan bir gerçeklik vardı o üçlemede.
Yazılanla oldurulamayanı sorgulayınca; romancının bakışındaki duygu erimesiyle toplumdaki çözülmenin durakları her buluşmada iğreti duruyordu.
“Kendi Gecesinde”
Çözülen insan ilişkilerine sorgulayarak bakışı, bunu da yer yer içselleştirip “ben”in “öteki ben”le çatışmasına ayna tutuşu Aral’ın romandaki en başat yanı. Bir bakıma getirip romanlarına konu edindiği hayatların, sürükleyen/ sürüklenen insanların öyküsünde zamanımızın ezincini, altüst oluşların sanrısını buluruz.
“Kendi Gecesinde”nin anlatıcısı, bu kez, hem kendini hem de hayatının “sızı”sı Kara’yı anlatarak başlar öyküsüne.
Birbirini taşıyamayan bir ilişkinin çözülme/uzaklaşma nedenlerine bizi hazırlayan sözler eder ilkten anlatıcı. Ardından da şunları söyler:
“Döndüğüne sevindim Kara, ayrılığımız uzun sürdü, yokluğunda sözlerim durmaksızın akıntıya kapılıp gitti ve sana anlatacaklarım çok birikti.”
Aral, geçişsel anlatımla, “ben” ile “öteki”nin dünyasını/anlatımını birlikte kullanır.
Sözü alan Kara, sürgün zamanını dile getirir. 2008’de Londra’dadır. Aradan üç yıl geçmiş, 2011 Mart’ında dönmüştür. Ama bizi o sürgünlüğüne götürür ilkten.
Değişerek dönmüştür:
“Bildiğin Kara değilim artık, epey değiştim. Cevapsız kalacağı kuşkusuyla bir aşk mektubu yazıp gönderir, uzun süre karşılık beklersin ve beklerken başka biri olursun ya öyle.”
Romanda öne çıkan bireyin dünyasındaki parçalanma/yarılma, biriktirme ve uyumsuzluk… Kendi hikâyesini biriktirerek yaşayan anlatıcılarda bunları gözleriz:
“Benim her hangi bir kadınla erkeğin uyumsuz duruşlarından bir hikâye çıkarışım ve bunun geçmişimle ilgili bir yeri varmış sanmam kısacık bir taşma anına işaret ediyor olmalı.”
Anlatıcının iç sesi sarmalayıcı. Kavrayıcı bir bakışla ilmikler atıyor anlatıya. Öyle ki; parçalanmış bir bilincin gezintisindedir anlatıcı. Burada, dünde ve daha ötededir kendisiyle gelen hikâyesi.
İnci Aral, artık “tekilleşme” durumundan “bireyleşme” durumuna geçişi yazmaktadır. Bu da, romancının roman yazma/hikâye anlatma/öykü kurma kıvamını, bakışını, bilincini gösterir bize.
Doğrusu, Aral, bu romanıyla beni şaşırttı! Buna iyimser bir “şaşkınlık” demeliyim.
Anlatısında gerçekliğini yansıttığı “birey”i kendi başına bırakır. Kendi bilinci/yazarlık tutumuyla “müdahale” etmez. Çünkü romanı/nı ona yazdırmaktadır. İnci Aral olarak aradan çekilmeyi bilmiştir artık.
“Kararım kesin. Yazarak, hatırlayarak ya da düşünerek ve bazen hayali bazen Kara olarak kendi yolculuğumun izini sürmek çekici bir serüven olacak.”
Aral, bu kez, yazma yordamına hikâye anlatma biçimine dönük bir bakışla kurar romanını. Kendini yazdıran roman demeli buna da.
Romanın ilk bölümünün “1. Kara” alt bölümü aslında bir “epilog”dur. Romancının manifestosunu içeren bakışı, izlekleri barındırır.
Aral’ın olgunluk/ustalık dönemi romanıyla baş başa kaldığımızın işaretlerini taşır. İnsana doğru yürümenin kristalize olmuş bakışıyla yüzleşiriz hemen bu bölümde. “Hikâye”si anlatılan/kurulanlara dair ipuçları verir.
Doğrusu romanı okurken karşımıza çıkan gerçeklikte şunu açıklıkla gözleriz: Romancı artık yalnızca konusunu değil, kurmacayı nasıl biçimleyeceğini düşündüğü gibi roman yolunun seyrini nereye taşıdığını da okuruna göstermektedir.
İnci Aral’ın onca romandan sonra buraya varışını alkışlamak gerek. Getirdiği tanıklığın romana yansısı ise başka bir yazının konusu elbette.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (20 Şubat 2018)