Zamanlar başka zamanlara evrilirken yaşamda, bellek topladığı anların bazılarını kaybetmeye başlar. Sevinçler, dik bir çizginin bir nokta üzerine basmaya çalıştığı boşlukta belirir ve silinir. Üst üste binen kaygılarımız ve üzüntülerimiz ise dik çizginin yükselebildiği kadar yükselir. Noktalar ise çıkış yollarının üzerine birer hüzünler serpmesi olarak düşerler. Her noktadan sonra yeni arayışların peşini insan yine de bırakmaz. Masal düşsel bir arayıştır. Aradaki boşluğun içine sıçrayıp soluklanma anıdır. Bu nedenle bellek aşınsa bile, simgelerin dilsel gücüyle verilenleri unutmaz, kayıt altında tutar. Bir mum alevi gibi her defasında canlanıp parıldamaya devam eder.
Masallar, genellikle toplumların içinde bulunduğu durum ve şartlara göre biçimlenir. Toplumu hizaya getirmek ve ehlileştirmek için güç kurucular tarafından sıkça başvurulan, en etkili yoldur. Simgesel dilin gücüyle anlatılanlar, insanın duygu ve düşüncelerini şekillendirerek sessizce ele geçirirler. Güç tarafından kurgulanan masallarda, zalim ile mazlum yer değiştirir. Kızılderililer masalında dünyaya yansıtılan simgesel görüntüler de böyledir. İşgalci kovboyları alkışlarız, cani gösterilen yerli halkın öldürülmesini heyecanla bekleriz.
Gerçeğin üzerini kapatan masallar, zihinlere yerleştirilen simgelerin etkisiyle sorgulamanın önünü tıkar. Cajamarca Çatışması’yla ilgili soruların, yüzyıllar sonra sorulmasının nedeni budur. İnkalıların ilk defa karşılaştığı teknolojiyi tanrı sanıp şaşkınca durmasından yararlanan, 168 İspanyol askeri tarafından yedi bin kişinin hunharca öldürülmeleri bir kahramanlık masalıdır, İspanyolların zihninde. Vali Pizzaro’nun hazinesini doldurana kadar, esir aldığı Güneş Tanrısı Atahualpa’yı öldüreceğini gizlemesi de. Simgeleşen; sayıca az olan askerin cesareti ve refahı sağlayacak olan hazinedir.
Yavuz Ekinci, “Günün Birinde” romanında, sorgulanmamış bir gerçeği, masalın simgesel diliyle anlatır, okurlarına. İnsanlar ve hayvanlar doğanın içinde olağan yaşamlarını sürdürürler. Güçlü olan avının peşinde, karnının doyacağı kadarını alma gayretindedir. Ancak, doymak bilmez bir güç, yaşamın akışını bozmak için kanatlarını açar. Cevizler Vadisi’nin, At Kafası Kayalığını’nın eteğindeki gür meşe ağaçlarında, yaşamını sürdüren hayvanların, korkulu düşü, Kartal’dır.
“Meşe ağaçlarının birinde iki sincap oynuyordu. Sırtı kırmızımsı olan sincap kuyruğunu havaya kaldırıp etrafı kolaçan etti. Ağacın dalları üstünde süzülen kartalın gölgesini görünce paniğe kapıldı, kaydı. Düşmemek için ağacın gövdesine sımsıkı sarıldı. Ardından başka bir meşe ağacının gövdesine fırlayıp derin bir kovuğa saklandı.” (s. 17)
Cevizler Vadisi’nde geçimlerini tarım ve hayvancılıkla sağlayan köylüler, normal yaşamlarını sürdürürken, Amar Dağı’ndan koşarak bir adam gelir. Köyün üstüne kaygı ve korku o an düşmeye başlar. İnkalıların şaşkınlığını yaşarlar. Vadinin içinde sıkışmışlık hissi yoğunlaşır. Romanı okurken Paul Eluard’ın, “Karartma,” şiirini hissedersiniz.
Kapılar tutulmuş neylersin / Neylersin içerde kalmışız/…
Roman çocuk gelinleri de yatırır okurun zihnine. Yaşlı yatalak Eyüp’ün ölümünü bekleyenleri de. Peki, Eyüp ölmek ister mi? Bir hastanın, yatağında neler düşündüğünü, yatalak bile olsa yaşamı sürdürme hevesinin olup olmadığını da psikolojik olarak mercek altına alır, yazar. İnsanın, vicdanıyla çatıştığı durumları öne çıkarır, Eyüp’ün iç sesleri.
Ekinci’nin romanı, 80’li ve 90’lı yıllar ile bugün dozu artan Güneydoğu’da yaşanan katliamları çağrıştırmaz sadece. Aynı acıların içinden geçmiş toplumların ortak dertlerini tokuşturur. Güç kurucunun, haklılık maskesi altında anlattığı masallar ile köyde yaşanan masal birbirini tutmaz. Yoksul köylülerin, güce karşı kendilerini savunabilecekleri hiçbir silahı yoktur. Kaçmak için gidecekleri herhangi bir yerleri de. Köylerinin yakılarak yerle bir edileceği hakkında bir fikirleri de… Aynı coğrafyada, birçok köyün içindekilerle birlikte yıkılıp yakıldığı fısıltısı yayılmıştır, kulaktan kulağa.
Ölüm çok yakındır, ancak felaket karşısında yapılacak bir şey de yoktur. Umut, çocukların oyun arkadaşıdır. Çocuklar, alkışladıkları kovboy filmlerini izlemek için televizyonu saklamak isterler. Tek eğlenceleri olan televizyonu bu kıyımdan kurtarabilecekler mi? Ya kendi canlarını? İnsan belleğine yerleştirilen simgelerin gücü iyice belirginleşir böylesi bölümlerde.
Ekinci’nin çok katmanlı ve alt metni çözümlemeye açık, derinlikli romanında kullandığı simgeler arasında kartal ve at öne çıkar. At, özgürlüğü, kartal da gücü elinde tutan zalimi simgeler. Ya aşk? Bir anlık soluklanma ya da hüzünler serpmesi mi?
Romanda kullanılan teknik oldukça farklıdır. Gerçekle başlar, masalla devam eder, sonunda her bir karakterin ayrı ayrı verilen iç seslerinin olduğu bölümler öyküye evrilir. İç sesler felaketin köye dayandığı ve bekleme halinin, anlık psikolojisini yansıtır. Üç ayrı anlatım tekniği içinde ilerleyen romanın parçaları birbirinden kopuk değil, bütünü tamamlar. Ayrıca her bölümün öykü gibi bağımsız olarak okunabilmesi de mümkün kılınmıştır. Roman tekniğindeki bu deneysellik, geçişleri hızlandırırken, bırakılan boşluklarla okuru da hikâyenin içine katabilen bir canlıkla ilerler. Çoklu anlam ve düşünme imkânı bulunan Ekici’nin romanı, öyle sanıyorum ki yazında, yaratıcılığı tetikleyen yeni bir yoldur.
“Günün Birinde,” masalında okur, gökten düşecek üç elmayı beklemesin. Çünkü elmalar daha gökteyken keskin nişancı kartal tarafından parçalanmıştır.
Tekgül Arı – edebiyathaber.net (23 Mayıs 2016)