“Can sıkıntısının bir sesi vardır: bunu ancak, böyle zamanda, o gurbet odasında duyarsınız.” Edebiyat sizi can evinizden vurduğu zaman edebiyattır. Yüreğinizi yerinden oynattığı zaman. Yalnıca aşk değildir yüreği oynatan, yazarlar da âşıklar kadar ustadırlar kalbimizi çalmakta. Refik Halid Karay’ın Gurbet Hikayeleri devam ediyor: “Eski mobilyaların tahtalarını dişleyen gizli kurtların biteviye çıkardığı kemirici, işleyici ses.”
Başka bir gurbette, aylar önce geldiğim yeni kıtada can sıkıntısının karşılığı olan ses biteviye aralıklarla homurdanmaya başlayan klima. Hâlâ Amerika’da’yım.Talihin şu oyununa bakın ki, çocukluğumu belirleyen Orta Anadolu’dan, bozkırdan sonra yine bir ülkenin en karanlık yerinde, Orta Amerika’dayım. Eski evlerde petek, kalorifer aramayın, yaz kış aynı makina ya soğuk ya sıcak hava üflüyor Missouri’de. Tam dalmış İstanbul’un seslerini hatırlayacağım, ezan, martı, tepelerde yankılanan vapur düdükleri… Küçük bir odaya kapatılmış makina bütün evi yerinden oynatan gürültüsüyle çalışmaya koyuluyor. Aynı dakikalarda giderek sinirlerimi bozan bir manzara: on beş dakikada bir zamanın geçtiğini ama hayatta hiçbir şey değişmediğini hatırlatmak istercesine sokağımdan geçen kırmızı-beyaz, külüstür okul otobüsü.
Memlekette ve burada hayat aynı akla zarar ısrarla kendini tekrar ediyor. Orada karmaşa, burada bozkırın sükunetine benzer bir dinginlik. Zaman kum saatinden akarcasına billurlaşıyor gözlerimin önünde. Sabahları topraktaki kırağı, gece boyu hiç kıpırdamadan saniyeleri sayan ağaçlar; bir kişi nefes alsa bütün sokak duyacak, öyle sakin ortalık. Sonra, acı soğukta bir an duruyor sanki zaman.
Gurbetteyken sesler keskinleşiyor. Bire bin katarak görüyor, algılıyorsunuz her şeyi. Memlekette, sınıra yakın bir yerlerden atılan roketlerin sesini, misal, duyuyorum buradan. Kaçacak hiçbir yer yok artık. Kırmızı burunlu otobüs köşeden çıktı çıkacak. Nefesim soğukta beyaz bir dumana dönüşüyor, zaman benimle inatlaşıyor bu akşam. Giderek daha yavaş, daha yavaş akıyor. Gaz ocağını yakıyor, Eminönün’nden aldığım çaydanlıkta çayı demliyor, İstanbul’a derinden bağlı olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hatırlayışlarla, romanın kahramanları Mümtaz ve Nuran’ın, hem gerçek hem anılarda kalan yürüyüşlerle, başka bir zamanın çatısını kurduğu Huzur’u okuyorum:
“İnsanlıktan ümit kesilir mi? Yalnız harpten iyi şey ummuyorum. Medeniyetin yıkımı olacaktır. Ne harpten, ne ihtilâllerden, ne de halk diktatörlerinden bir şey çıkacağın umuyorum… Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başı boş bırakmasıdır.”
Mümtaz ve Nuran aşk için, aşkla yürüyor. Mümtaz tek başına tarihi yarımadada, romanın Nuran’la olan bölümlerinde Boğaz’da, Küçükçekmece’de, zamanın içinde çoğalarak yürüyorlar. Tanpınar’ın usta kalemi anıları kaynağından alıp çılgınca akan bir şelalaye dönüştürüyor. Birken iki oluyor hatırlayışlar, ikiyken üç ve arka planda çıktı çıkacak İkinci Dünya Harbi. Mal stoklamalar, çilingir sofrasında tartışılan son haberler. Yazar, arada, göğsümüzü genişleten güzellikte cümlelerle İstanbul’u, Kapalıçarşı’yı, Beyazıt’ı anlatıyor.
“Bu eski şark değildi, yeni de değildi. Bu iklimini değiştirmiş zamansız hayattı. Mümtaz bu hayattan Mahmutpaşa’nın çığlığı içine çıktığı zaman, bir mahzende cins bir şarapla sarhoş olduktan sonra güneşe çıkanların sarhoşluğunu duyardı.”
Aşkın umutsuzluğu savaşın karamsarlığına karışıyor, biri diğerini besliyor Huzur’da. Bir gün, tek bir gün içinde şarkın zamanını örüyor Ahmet Hamdi Tanpınar. Mümtaz, İstanbul’un yokuşlarını tırmanırken genç kadını, yaklaşan harbi, ölümü düşünüyor. “Harp olacaktı. Karaborsanın hazırlandığını gözleriyle görmüştü.” Olabildiğince sakin üstüne yıkılan dünyayı omuzlamak, umutsuzluğa kapılmamak için gayret ediyor. İstanbul’un güvercinleriyle oyalanıyor, kendi derin hikåyesiyle. “Mademki bu hallerin başka türlü içinden çıkılmaz, ne diye telaş etmeliydi.”
Benzer bir koyvermişlik içinde olmasa da dünyanın bildiğini okuyacağını bilmenin çaresizliğiyle penceremden sokağı seyrediyor, insanın kalbini burkan şeylere, aşka, ölüme, savaşa dair düşüncelerimi yokluyorum. Yakın tarihte tanıklık ettiğimiz savaşlar: Körfez Savaşı, Bosna, Irak, Suriye. Ne kadar ötelersek öteleyelim, barbarlık geri gelmenin yollarını arıyor. Yazarın işi yeryüzünün onca sıkıcı, kulağa hoş gelen ve korkunç seslerini aktarmak. Dünyanın neresinde olursa olsun. Ve işte buradayım, hayatın getirip bıraktığı yerde, diye devam ediyorum günlüğe. Bunları yazarken renkler siliniyor, şimdiki zaman belirsizleşiyor, uzakta netleşen bir görüntü, bir liman beni çağırıyor: İstanbul. Bütün ihtimaller ve imkansızlıklar o hayalin içinde.
Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (15 Şubat 2018)