Yazınsal yapıt eleştirilerinde anlatıda geçen olayları odağa alan birçok örnek karşımıza çıkarken metinleri dil üzerinden inceleyerek yüzeysel bir okumanın sınırlarını aşan ve bunu okur odaklı bir yaklaşımla yapan çalışmalar da dikkati çekmektedir. 2001 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Dilbilim Bölümünü kuran ve 2009 yılında emekli olduktan sonra da çeşitli yazın dergilerinde yayımlanan makaleleriyle üretimini sürdüren dilbilimci Semiramis Yağcıoğlu’nun Komşu Yayınlarından yayımlanan Roman Kahramanı ve Öznellik: Söylem İdeoloji ve Coğrafya adlı kitabı, bugüne kadar farklı eleştiri yöntemleriyle ele alınmış yapıtlara, söz konusu roman ve öyküleri yakından tanıyan okurlar için de, başka açılardan yaklaşma olanağı sunar.
Üç bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde, diğer iki bölümde incelenen metinlerin hangi açılardan ele alındığını ortaya koyan kuramsal ve kavramsal çerçeve yer alır. Duygunun incelenebilir bir olgu olduğunu reddeden yaklaşımları tartışmaya açan yazar, “Eleştirel Okumanın Yol Haritası” başlığını taşıyan bu ilk bölümde kurmaca metinleri çözümlerken öznel değerlendirmelerden bağımsız olmayan okur odaklı yaklaşımla nesnel çözümlemelerin bir araya getirilebileceğini gösterir. Kitapta yer alan incelemelerde yazar, öznel değerlendirmeler sunarken bütün çözümlemelerini kuramsal bir temele oturtur. Dilbilim, eleştirel söylem çözümlemesi, bilişsel psikoloji, psikanalitik ve yapıçözümcü eleştiri, söz konusu temeli oluşturur. Kuramsal temelin öznel ve nesnel yaklaşımları birbiriyle çatışmadan bir araya getirilmesine olanak sağladığını gördüğümüz bu kitapta yazar, yazınsal metinler çözümlenirken artık sıklıkla duygu ve duygulanımın ele alınmaya başladığına örnek çalışmalar sunar. Pilkington, Heaney, Barthés ve Nussbaum’un görüşlerine gönderimde bulunarak okurla metin arasındaki iletişimde görülen etkinin duygulanım olduğunu savlar ve duygulanımı bilişsel kuramlar çerçevesinde ele alır (s. 14, 21).
Okuma sürecinde duygu olgusuna ilişkin romanın alımlanması konusuna da değinen yazar, okurların roman kahramanlarına karşı besledikleri duygulara dikkat çeker ve Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi üzerinden kendi okuma deneyimine örnek verir:
Hiç kuşkusuz benim de Masumiyet Müzesi’nin anlatıcı roman kahramanı Kemal hakkındaki duygularımı, böyle bir değerlendirmenin ürünü olarak görmek gerekir. Kemal’in aşk adına gerçekleştirdiği eylemlerin, başkalarına zarar veren eylemlere dair edindiğim sosyo-kültürel zihinsel modele göre etik olmadığı yargısına vardığım için ona öfke duymama neden olmuştu. Kendisi mutsuz biten bir aşkın arasından gözyaşı dökerken ben, bu aşktan zarar gören Füsun için hüzünlenmiştim. (s. 15)
Okurun roman kahramanlarına verdiği bu tepkiler, sempati ve empati kavramlarına değinmeyi gerektirir. Suzanne Keen’in saptamalarına gönderimde bulunarak bu iki kavramı açıklayan yazar, dış dünyada ve kurmaca metinlerdeki kahramanların yaşamlarında bu iki duygunun çevresine çizilen sınırlara vurgu yapar ve bu sınırların çizilmesine yol açan toplumsal değişimleri, dönüşümleri değerlendirir. Kendimizi bir gruba ait hissederken diğer gruplara yönelik dışlama mekanizmaları geliştirmemize, hatta düşman kabul etmemize karşı duygusal zekâyı geliştirmek için yazınsal yapıtların yaygınlaştırmasını öneren Mark Bracher ve Susan Keen’in görüşlerine yer verir Yağcıoğlu. Bracher, okurdan roman kahramanlarının davranışlarını biçimlendiren koşulları irdelemesini ister. Yağcıoğlu da Bracher’dan hareketle, örneğin Masumiyet Müzesi’ni incelediği makalelerinde Füsun’un hayatını çalıp intihar etmesine neden olan Kemal’e onun erkek kimliğinin inşasının altındaki ataerkil zemini göz önünde bulundurarak yaklaşır.
Peki, roman kahramanları bir özne olarak nasıl kurgulanır? Yağcıoğlu’nun bu soruya yanıt bulmak için sunduğu kuramsal çerçeveyi Benveniste’nin dilbilim, Lacan’ın psikoloji ve Althusser’in ideoloji üzerine görüşleri oluşturur. Bu araştırmacıların geliştirdikleri kuramlardan hareketle öznenin dil ve söylemle birlikte ideoloji içinde kurulduğuna dikkat çeken yazar, roman kahramanlarının kimliklerinin inşasını dilsel veriler üzerinden çözümler. Bunun için anlatılarda karşımıza çıkan tekrarlara, adıl kullanımlarına, hitap biçimlerine ve eylemlere odaklanır. Eylemleri, Dizgeci İşlevsel Dilbilgisi kuramını ortaya atan ve geliştiren Halliday’in “Kim kime ne yapıyor?” sorusundan hareketle incelerken roman kahramanlarının söylemlerini çözümlemek için de “Kim ne diyor?”, “Kime ne diyor?”, “Nasıl diyor?” ve “Neden diyor?” sorularının yanıtlarını arar (s. 29, 33). Roman kahramanını sözel ve eylemsel düzlemde incelemek, daha derinlemesine bir çözümleme ve kahramanın çelişkilerini görme olanağı sunarken güvenilmez anlatıcı kahramanlarının da foyasını ortaya çıkarır. Yağcıoğlu’nun “Masumiyet Müzesi’nin Masum Olmayan Anlatıcısı Kemal” başlıklı incelemesi, bu güvenilmez anlatıcılardan biri olan Kemal’i ifşa eder.
Barthés’ın “Dil asla masum değildir” saptamasına sıklıkla gönderimde bulunulan çözümlemelerde dil üzerine yapılan incelemelerin yalnızca roman kahramanlarını değil, aynı zamanda düzeni, örneğin ataerkil düzeni, cinsiyetçiliği de ifşa ettiğini görürüz. Bununla birlikte roman kahramanlarının psikanalitik çözümlemeleri de her ne kadar bireyi merkeze alır gibi görünse bile bireyi biçimlendiren, bireyde çatışmalara neden olan toplumsal etkenleri de görmemize olanak tanıdığı için bütün çözümlemeler, düzeni tüm gerçekliğiyle değerlendirmemizi sağlar. Düzeni kuran ve sürdüren ideoloji, insanlarla birlikte mekânları da biçimlendirir, sınırlar çizer, kurallar koyar. Yazar, buna ilişkin kuramsal çerçeveyi “Roman Kahramanı ve Mekânın İdeolojik Niteliği” alt başlığında ortaya koyar. Barthés’ın dile ilişkin saptamasına gönderimde bulunarak mekânların da asla masum olmadığını belirten yazar, roman kahramanları ve mekân arasındaki ilişkiyi göz önünde bulundurarak yapılan çözümlemelerin bütünü daha iyi görmemize yarayacağına işaret eder.
Kitabın ikinci bölümü Türk yazınından, üçüncü bölümü ise Amerikan, İngiliz ve Rus yazınından seçilen roman ve öykülerin incelemelerinden oluşur. Yazar, “Suat Derviş’in Suskun Kadınları: Aşkın Ömrü Ne Kadar Sürer?” başlıklı incelemesinde roman kahramanlarının söylediklerinin yanı sıra söylemediklerine de odaklanır (s. 66). Neredeyse yalnızca erkeklerin sesini duyduğumuz ataerkil bir toplumda kadının suskunluğu nelerin göstergesidir? Yazar, Suat Derviş’in romanlarında kahramanlarının davranışlarını anlayabilmemiz için geçmişleri hakkında sunduğu bilgilerin, kadın kahramanların suskunluğunu eksiksiz bir biçimde yorumlamamıza olanak tanıdığını gösterir. Yağcıoğlu’nun Suat Derviş’in bir başka anlatısı Buhran Gecesi üzerine incelemesinde dile odaklanması ise bu defa ataerkil düzenin öznesi olan erkeğin sesini duymamızı ve erkeğin söylemini çözümlememizi sağlar. Yazar, “Zehra’ya ‘küçüğüm’ diye seslenen bu erkeğin dili, kadının asla büyümesine ve kendi kararlarını almasına izin vermeyen eril hegemonyanın dilidir” der söz konusu incelemesinde (s. 90). Böylesi bir çözümleme, kadını koruma bahanesiyle egemenliği altına alma çabasında olan erkeğin maskesini düşürür. Dilin ve mekânların hiç de masum olmadığının görülmesine neden olan kitap, bu defa koruma eyleminin de asla masum olmadığını ortaya koyar. Koruma girişimi, hemen beraberinde kadının özel alana hapsedilmesini de getirir. Kadınların yaşadığı bu hapis hayatı da erkekler tarafından olağanlaştırılır. Derviş, yazarın da dikkat çektiği gibi, bu anlatısında Gotik yazının özelliklerinden yararlanır ve bu türün sunduğu olanaklarla eril zihniyeti tartışmaya açar.
Tahsin Yücel’in Yalan adlı romanında ise dil ve roman kahramanlarının kimlikleri arasındaki ilişki, romanın temelini oluşturur (s. 146). Yağcıoğlu, Yücel’in romanında dilin başat öğe olarak kurucu konumunda olduğunu ileri sürer. Dilin anlatı boyunca merkezde yer aldığı bu romanın son sayfasını çevirirken bile okurun dilin toplumsal hayatı nasıl biçimlendirdiğine ilişkin sorular sormaya devam edeceğini belirtir Yağcıoğlu (s. 154).
Yağcıoğlu’nun mekânlarla roman kahramanları arasındaki ilişkiye odaklanan çözümlemeleri de okura farklı bir bakış açısı kazandırır. Kitapta Suat Derviş’in Çılgın Gibi, Orhan Kemal’in 72. Koğuş, Füruzan’ın Gül Mevsimidir, Necati Cumalı’nın Viran Dağlar, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi, Lawrence Durrell’in Justine ve James Joyce’un Dublinliler adlı anlatıları üzerine yazılan makalelerde mekânı temel alan çözümlemeler karşımıza çıkar. Yazar, Suat Derviş’in romanlarında kadın kahramanların kimliğinin mekânlar tarafından nasıl biçimlendirildiğini ortaya koyarken ataerkil düzenin çizdiği sınırların, yaptığı ayrımların, aslında kadınların yaşamlarına çizilmiş sınırlar olduğunu görmemizi sağlar. Yağcıoğlu’nun incelemelerini karşılaştırmalı okuduğumuzda Çılgın Gibi’nin Celile’si ile Masumiyet Müzesi’nin Füsun’unun farklı yıllarda, farklı özel ve kamusal alanlarda da olsa benzer kadınlık deneyimlerini yaşadığını fark ederiz. “Kadınsevmez” evlerde, kentlerde, toplumlarda, kısacası ataerkil düzende var olmaya çalışan kadınlardır bu romanlarda tanıdığımız kahramanlar. Sahi, Buhran Gecesi’nin Zehra’sının yaşamı da Celile ve Füsun’unkinden çok farklı mıdır? Yağcıoğlu, okura sorular sordurarak bu yapıtları yeniden okumaya teşvik ederken hiç de masum olmayan erkek anlatıcıların ağzından öğrendiklerimize olduğu gibi bu erkekler tarafından sınırları belirlenmiş mekânlara da kuşkuyla bakmamıza neden olur.
Yağcıoğlu, Türk yazınından yedi, Amerikan, İngiliz ve Rus yazınından ise on yazardan seçtiği, toplam yirmi bir kurmaca metinde roman kahramanlarının bir özne olarak nasıl kurgulandığını incelerken çözümlemelerini çeşitli disiplinlerde geliştirilmiş kuramlara dayandırır. Yüzey metinden çok altmetni okumayı amaçlayan bu incelemelerinde dil, roman kahramanlarının söylemleri, ideoloji ve mekâna ilişkin saptamalar, okura hem kitapta yer alan ve önceden okuduğu hem bu kitaptan sonra okuyacağı başka kurmaca metinleri yeni bir bakış açısıyla okuması için bir yol haritası sunar. Okurun bir metni okurken sorular sormasını ve altmetinle ilgilenmesini amaçlayan Yağcıoğlu’nun okuru tüketici konumdan üretici konuma taşıyacak nitelikte bir çalışma ortaya koyduğunu söylemek mümkündür.
Baran Barış – edebiyathaber.net (12 Temmuz 2018)