Anlatılarını bazen tekinsiz fantastiğin sınırlarına sürükleyen Hakan Bıçakcı, hiç kuşkusuz edebiyatımızın özgün isimlerinden. İletişim Yayınları’ndan çıkan ve epey ses getireceğe benzeyen son romanı ‘Doğa Tarihi‘, plaza-site-alışveriş merkezi üçgenine sıkışmış hayatları anlatan, günümüzde geçen bir distopya. Serap Uysal yazarla romana adını veren Doğa’yı konuştu:
Doğa, selfie fotoğraf çeker miydi?
Çekerdi ama bir şartla. Çerçeveye giren ayrıntıların statüsünü teyit eden bir boyutu, kişiliğine katacağı bir artı değeri olacak. Yoksa hiç uğraşmazdı.
Hep bir tek başınalığı anlatıyorsunuz, sıkışmışlık, doymazlık, yetinememe hali… Güven eksikliği…Kara hikayeyi seviyorsunuz. Bugünden duyulan hoşnutsuzluk, yarın endişesi… Geçmiş daha mı güzeldi sizce?
Bugünden duyulan hoşnutsuzluk konusu doğru… Ancak geçmiş daha güzeldi de demiyorum. Evet roman özelinde Doğa kaçacak yer bulamadığında rasyonel düşünceyle iplerini koparıp geçmişine kaçmayı deniyor. Kendini bu hale getirmemiş olduğu zamanlara. Bunu tetikleyen de yolda eski bir erkek arkadaşına rastlaması oluyor. Onunla birlikte eski günlere rastlıyor aslında. Eski Doğa’ya… Hedefini hep geleceğe koyan, hayata kariyer odaklı bakan bir insanın ulaşmak istediği nihai noktanın kendi geçmişi olmasını trajik bulduğum için hikâyenin böyle ilerlemesini tercih ettim. Doğa’nın kişisel tarihi açısından geçmiş daha güzel olabilir evet ama genel anlamda “Nerede o eski bayramlar” tadında bir bakış açım yok.
Romanda ilginç bir ayrım var, Doğa Londra’da bir şey satın alırken tercihte bulunuyor, “what if” takıntısıyla sormuyorum, vurguladığınız için hatırlatıyorum, o görsel tercih olmasa başka türlü biri olabilir miydi?
Evet geçmişteki küçük bir olayın Doğa’nın karakterini nasıl şekillendirmiş olabileceğine dair bir görüş var hemen romanın başında. Londra seyahati dönüşü kalan son yabancı parayla ya sevdiği grubun bilmediği bir albümünü alacak ya da aynı grubun tişörtünü. Yani ya sevdiği grubun yeni şarkılarını dinleyecek ya da herkes onun bu grubun şarkılarını dinlemeyi sevdiğini bilecek. İşte bu anının sonunda zafer tişörtün oluyor ve Doğa’nın hayatı da yavaş yavaş başkalarının gözüne oynanan bir oyuna dönüşmeye başlıyor. Bu küçücük olay romanda iddia edildiği kadar etkili oldu mu Doğa’nın hayatında bilinmez. Sonuçta bu bir varsayım.
Görsellik neden bu kadar önemli, Facebook üzerinden gidiyor roman… Neden bu kadar selfie çekiyoruz veya yaşlanmak bizi neden bu kadar korkutuyor. Estetik ameliyatlar neden bu kadar normalleştiriliyor veya… Edebi olarak bu mesele ne kadar ilginç?
Yaşadığımız çağın sloganı şu: Görünüyorum öyleyse varım. Doğa da bu çağın ideal bir figürü. Ama işte bu aynı zamanda bir virüs… İş görünmekle bitmiyor. Beğenilmek, onaylanmak, üstünlük kurmak… Ateşi artan bir hastalık gibi adım adım ilerliyor.
Doğa Tarihi, sizin edebiyatınızda nerede duruyor, ilk kez bir kadın kahramanınız oldu galiba…
Doğru, ilk kez başkarakter kadın… Ama bunu değişiklik olsun diye yapmadım. Beni rahatsız eden bu sistemin, en çok kadın üzerinde baskı kurduğunu düşündüğüm için böyle bir seçim yaptım. Devlet politikalarından sosyal hayata, reklamlardan medyaya ve hatta modaya; herkes kadının hayatı üzerinde söz sahibi olma telaşında. Kaç çocuk yapması gerektiğinden nasıl kariyer yapması gerektiğine kadar. Ve bu erkek egemen bakış tüm kuralları koyarak kadının sınırlarını çiziyor. Doğa bu sınırlar içinde gayet uyumlu ve konforlu bir biçimde yaşıyor önce. Tutsaklığıyla barışık bir şekilde… Ama sonra bir şey oluyor ve insan olduğunu hatırlayıp robot uyumluluğuyla sürdürdüğü bu makineleşmiş hayattan rahatsız olmaya başlıyor. Ama sistem içine işlemişse bir kere, ondan kurtulmak o kadar kolay değil.
Yazarın ”Karanlık Oda’ adlı romanı ile ilgili söyleşi için>>>
Serap Uysal – edebiyathaber.net (12 Mayıs 2014)