Yazı: Özlem Öztemel
N. İpek Gökdel’in “Karakalem” serisinin ikinci kitabı “Kayıpbey Efsanesi” DEX Kitap etiketiyle yayımlandı.
İlk kitabı Karakalem: Ve Bir Delikanlının Tuhaf Öyküsü olarak basılan Karakalem serisi, ikinci kitabı Kayıpbey Efsanesi ile devam ediyor. Fantastik ögeleri bolca bulunduran fakat gerçek bir mekân ve zamana sabitlenmiş bu seri, klişelerden uzak durarak etkileyici bir başlangıç yapıyor ve tam olarak bir adamın bir gömlek giymesiyle değişen hayatını anlatıyor. Kader Yavuz’u öyle bir maceraya sürüklemişti ki bu delikanlı, bir taşradan çıkıp ailesinin katillerini bulmak için yola düşmüş fakat Osmanlı’dan kalma tılsımlı gömleğinin olağanüstü gücü sayesinde İstanbul’u olağanüstü yaratıklardan ve kötülüklerden koruyan bir “koruyucu” haline gelmişti. Bize iyiliğin ve kötülüğün keskin sınırları olmadığına dair eleştirel bir okuma sunan öyküde ölümsüzlük teması, karakterler üzerinden iyilik ve kötülük kavramlarıyla ilişkilendiriliyor. Yavuz ise etiketlerden ve yargılardan uzak bir halde yaşarken tek yapmak istediği şeyin sevdiği herkesi kurtarmak ve korumak olduğunu biliyor. Kurtarıcı kimliğiyle kadim mücadelesini iyi bildiği kötülerle veriyor fakat bu seferki mücadelesinin diğerlerinden çok önemli bir farkı var; bu mücadeleyi tek başına vermek zorunda kalıyor.
Yavuz, semalarda Karakalem adlı uğursuz kuşu ararken Etiyopya’da yapılan kazı çalışmalarında ünlü bir arkeolog, tarihi eser mafyası olduğunu düşündüğü bir grup tarafından kuşatılıyor. Afrika’da ve İtalya’da sessizce yürütülmeye çalışılan operasyonlar Yavuz’un gizemli mesajlar alması ve mesajları takip etmeye karar vermesiyle sekteye uğruyor. Yavuz, bu şifrelerin peşinden önce kiliselere ve papazlara, sonra üniversitelere ve tercümanlara sürüklenirken en sonunda kendisini başladığı yerde buluyor. Ayasofya’da ve karşısında Baş Simyacı dedikleri kudretli adamla, o “ölümsüzle”. İki doğa dışı gücün çarpışmasını andıran bu meydan okumadan sonra Yavuz aslında İstanbul’u tam olarak tüm musibetlerden kurtaramadığını anlıyor ve Baş Simyacı’nın Deccal’i karşılayacak tarikatının peşine düşüyor. Tarikat üyelerinin kimlikleri ortaya çıkmaya başladıkça anlatının da coğrafyası değişmeye başlıyor. Yavuz ile Aslı’nın yaşadıkları, hikâyenin aşk bölümü, okuru İstanbul’dan çeşitli illere götürürken mücadele bölümü okuru tüm dünya üzerinde gezdiriyor. Savaş, Afrika ile başlıyor, Avrupa’da bir süre devam ediyor ve daha sonra tüm Küdus’u kapsayacak bir yıkıma dönüşmeye yüz tutuyor.
“Bazen ne yapsan olduramazsın. Beyhudedir beklemek. Bir titremeyle gelir terk edilmişlik korkusu, Burnunun ucundan ayağa… sızlarsın. Bilyonlarca yıldızın ortasında bir toz zerresi olduğunu anlar, hiçliğine sığınırsın. Başlar tam o anda “ilahi sır” açılmaya, büyük nazar kapısı aralanır, bakarlar; neye ne kadar sabrettiğine. Biraz sabır. Biraz sabır.”
Kitap, Yavuz’un tüm mücadelesini ve çilesini özetleyen bu alıntıyla başlıyor. Yavuz, hikâye boyunca sevdiği insanların yüzlerinin birer yabancıya dönüşmesiyle, iyi bildiklerinin kötü olmasıyla yüzleşmeye çalışırken arada kalan gri alanlarda da yok olup gitmemeye uğraşıyor. Bir “kurtarıcının” kendisini ve âşık olduğu kadını nasıl kurtarabildiğinin anlatısına dönüşüyor kitap en sonunda. Fantastik dünyaların, olağanüstü güçlere sahip olan eşyaların, dövmelerin, büyülerin arasında kurtarıcımız, umuda tutunuyor ve sevgilisine anlattığı bir efsaneyle umuda tutunmanın olağan bir gün de olsa olağanüstü bir gün de olsa yapılabilecek en zor ama en güçlü şey olduğunu gösteriyor, bunu bilerek huzura eriyor.
“Kargalar bir zamanlar beyaz kuşlardı. Lanetlendiler, tüyleri karardı. Bir gün o lanet kalktığında, eskisi gibi beyaza dönüşecekler.”
Özlem Öztemel – edebiyathaber.net (21 Şubat 2019)