Friedrich Engels’in ‘Alman Köylü Savaşları’ adlı kitabında yer alan çözümlemeleri, bu savaşların kahramanlarını ve bunların düşünsel tavırlarını ve eylemlerini bilmeksizin, Marx’ın bu önemli mektubu değerlendirilemez. Mektupta yer alan Luther ve Münzer anıştırışı önemlidir; çünkü bu iki din bilgini ilk başlarda Köylü Ayaklanmalarının önderleridir. Olayların gelişimi içinde Luther, ayaklanan köylülere ihanet eder ve egemen sınıfların yanına geçer. Giderek devrimcileşen Thomas Münzer ise, sonuna değin savaşır ve yenilir. Bu saygın din adamı, aynı öncülü Şeyh Bedreddin gibi, asılarak öldürülür.
Türk’e karşı savaş ve Alman Köylü Ayaklanmaları
Marx’ın gönderme yaptığı kişiler, 16. yüzyıl Osmanlı-Türk tarihiyle de yakından ilgilidir. İncil’i Almancaya çevirerek, hem Alman dilinin ölçünleşmesine, katkı yapan hem Reformasyon devinimiyle Katolikliğin eleştirel değerlendirmesine ortam hazırlayan Luther’in ‘Türk’e Karşı Savaş’, ‘Türk’e Karşı Ordu Vaazı’ ve ‘Türk’e Karşı Dua Uyarısı’ adlı üç kitabı vardır. Münzer de ‘Yazılar ve Vaazlar’ adlı kitabında Türklere ilişkin değerlendirmeler yapar. Anadilinde ibadeti ilk uygulayan, Engels’in deyişiyle, dinsel devrimci Münzer’in “Hakikati anlatmak için, baskı ve sömürüye karşı savaşmak gerekir” ve “Kamusal yarar için egemenlik halka verilmelidir” sözleri ünlüdür.
Marx’ın andığı bir başka önemli tarihsel kişilik, ‘Batı Edebiyatında Oryantalizm I-II’ adlı kitabımda ‘İlk Alman ulusçusu’ diye nitelendirdiğim Ulrich von Hutten’dir. Alman tarihinde ‘Türk Savaşları’ yüzyılı olarak bilinen 16. yüzyılda önde gelen bir yazar, aydın ya da bir bilimcinin mutlaka bir ‘Türk Konuşması’ vardır. Hutten ‘Türk Konuşması’nda Türkleri, “Her türlü barbarlığın kirli bir karışımı” olarak nitelendirir. “Canı bir, kanı bir Almanlar, Türklere karşı savaşın, ulusal onurunuzu koruyun’” sözü de onundur. Lassalle’ın trajedisinin konusunu oluşturan Franz Sickingen de Türklere karşı savaşmıştır. Bu açıdan bakınca, adları geçenlerin tümünün, Alman kültür tarihinde olumsuz Türk imgesini kalıcılaştırdıkları söylenebilir.
Marx’ın bu mektubunda serimlediği yaklaşımın özünü, ‘Bir yazınsal yapıt nasıl oluşturulabilir ve eleştirilebilir?’ sorusunun yanıtı oluşturmaktadır. Filozof bu mektubunda yazınsal bir yapıtın başat izleğinin niteliklerinin neler olması, olay örgüsünün nasıl bütünleştirilmesi ve geliştirilmesi, karakterin en karakteristik yönlerinin nasıl serimlenmesinin yanı sıra, biçemciliğe düşmeden yetkin bir yazınsal biçem oluşturmak gerektiği konusunda ipuçları verir.
Trajedi türü açısından önemli olan, egemen sınıfların ve kilisenin baskı ve sömürüsüne başkaldıran köylülerle, tarihsel süreçte yok olmakta olan şövalyeliğin bir temsilcisinin yazgısının, trajik ögeyi öne çıkaracak biçimde yazınsallaştırmadır; buna uygun içerik-biçim diyalektiğini estetikleştirmedir. Marx, Lassalle’ı trajedi denemesinde bu ilkeleri yeterince yaınsallaştıramadığı için eleştirir. Alman Köylü Savaşları kapsamında yazınsallaştırılması gereken devrimci karakter, Sickingen değil, Münzer’dir. Don Kişot gibi, tarih boyunca yazınsal değerini koruyan bir karakter yaratmak için, yazınsallaştırılmaya değer bir izlek ve o izleği kişileştiren bir doğru bir kahraman seçmek ve kahramanın “öz-yapısal yönlerini’ estetikleştirmek gerekir. Marx’ın yazınsal eleştiri anlayışının bir başka önemli yönü, Prawer’ın da belirttiği gibi (s. 201), bir yapıtı başkasıyla karşılaştırmadır. Karşılaştırmalı eleştiri, Marx’ın eleştiri anlayışının özünü oluşturur.
Marx, tarihselliği ve toplumsal-kültürel imgelem yetkinliğini, yazınsal eleştirinin önkoşulu olarak görür. Tarihsellik, her yazınsal izleğin, her çağda farklı tarzlarda yazınsallaştırılabileceğini anlatır; çünkü her yeni toplumsal-kültürel çağ, kendi özgün içerik ve biçimlerini ortaya çıkarır. Bu, yazınsal eleştiriyi de kapsar. Yazın eleştirmeni, tarihin toplumsal sınıf çatışmalarının tarihi olduğunu bilmeli, yazınsal yapıtı bu açıdan değerlendirmelidir.
Her yazın, diğer yazınların çevirisidir
Goethe’nin anlatımıyla, nesnel ürünlerin uluslararası düzeyde değiş-tokuşunun artması, düşünsel-yazınsal ürünlerin değiş-tokuşunun da artmasına yol açar. Ulusal-yerel koşulların biçimlendirdiği insancıl yazınsal yapıtlar, ekonomik ve teknik ilerlemenin bir türevi olarak giderek artan ölçüde dünya dillerine çevrilir. Böylece, Hegel’in deyişiyle, derin insan ilgilerini ve yönelimlerini izlekleştiren ulusal yapıtlar dünya okurlarınca da okunarak, dünya yazını oluşturmaya başlar. Ulusal yazınlar, ayrıksılıkları ve özgünlükleri nedeniyle, dünya yazını denilen senfonik bütünlüğün çekici bir öğesini oluştururlar. Aslında bir ulusal yazın, başka ulusal yazınlardan esinlenir, etkilenir. Böylece daha oluşum aşamasında öteki dünya yazınlarının izlerini taşır. Yazın filozofu Walter Benjamin’in ‘Her dil başka dillerin çevirisidir’ belirlemesi, yazına uygulanarak, ‘her yazın, başka yazınların çevirisidir’ denilebilir. Dolayısıyla, dünya yazını, hem tekil yazınların etkileşimini, hem de ayrıksılıkları içinde taşıyan bütünlüğünü anlatır. Goethe’nin Anadolu yazınından da izler taşıyan ‘Batı Doğu Divanı’ adlı yapıtı, dünya yazını kavramını simgeler.
Goethe, Marx, ‘Dünya Yazını’ ve Avrupa merkezcilik
Prawer, Marx ve Engels’in çeşitli yapıtlarından örnekler aktararak, böyle bir anlayışı benimsediklerini dile getirir (s. 134). ‘Alman İdeolojisi’, insanlığın oluşturduğu özdeksel-düşünsel-estetik birikimi, tarihin akışı ve işbölümü içinde kuşaktan kuşağa aktarmak suretiyle, kültürel sürekliliğin nasıl sağlandığını anlatır: “Birbirini etkileyen ayrı ayrı alanlar, bu gelişmenin seyri içinde genişledikçe ve gelişkin üretim tarzı, ekonomik ilişki ve bunun sonucu olarak çeşitli uluslar arasında ortaya çıkan doğal işbölümü sayesinde, ulusların başlangıçtaki yalıtık durumuna son verildikçe, tarih giderek dünya tarihi niteliği kazanır.”
‘Komünist Manifesto’da söz konusu gelişmelerin yazınsal etkileşimi yoğunlaştırdığını gösteren şu bölüm yer alır: “Burjuvazi, dünya pazarını sömürerek, bütün ülkelerdeki üretim ve tüketime kozmopolit bir nitelik kazandırmıştır.” Ulusal sanayiler yıkılmıştır ve yıkılmaktadır. Gelişmeler, ulusal sanayileri, dünya sanayisine dönüştürmektedir. Dolayısıyla, yazınları birbirinden ayıran sınırlar ortadan kalkmaktadır. Marx ve Engels’in deyişiyle, “Eski yerel ve ulusal öz yeterliliğin ve içe kapanıklığın yerini, çok-yönlü ilişkiler, ulusların çok-yönlü karşılıklı bağımlılığı almaktadır… Tek tek ulusların ürettiği düşünsel ürünler herkesin ortak malı olmaktadır. Ulusal tek-yanlılık ve dar-kafalılık her geçen gün biraz daha olanaksızlaşmakta ve çeşitli ulusal ve yerel yazınlardan bir dünya yazını doğmaktadır.” Bu bölüm, Marx ve Engels’in burjuvazinin başlattığı ve işçi sınıfının sürdüreceği bu tarihsel ilerlemeyi ve bunun yol açtığı olumlu ve olumsuz yönleri açıklamaktadır (s. 134- 135).
Dünyadaki gelişmeler, ulusal ile uluslararasının, ulusal yazınlarla dünya yazınının etkileşimini yoğunlaştırmak suretiyle, Marx ve Engels’i doğrulamaktadır. Günümüzde Türkçe yazınsal yapıtların, dünya okurlarının neredeyse %80’ni tarafından okunabilir duruma gelmiş olması, söz konusu öngörünün ne denli yerinde olduğunu göstermektedir.
Marx ve yazın söz konusu olunca, onun çok önemsediği, okuması için Engels’e gönderdiği Diderot’nun ‘Yazgıcı Jack’ romanını anmak gerekir. Hegel, daha önce de üç ciltten oluşan ‘Hegel Estetiği ve Yazın Kuramı’ kitabımda yazdığım gibi, bu romandan esinlenerek ‘efendi-köle diyalektiğini’ geliştirir. Diderot’nun anılan kitabı, Marx’a da emeğin sömürülmesi sürecini kuramsallaştırmada esin kaynağı olmuştur.
Biçem konusunda büyük bir duyarlılık taşıyan Goethe, Lessing, Shakespeare, Dante ve Cervantes’in biçemini örnek alan Marx’ın övgüyle andığı bir başka Fransız yazar François Bernier’nin anı kitabının biçemini “muhteşem, plastik, çarpıcı” sözleriyle niteler (s. 188). Marx bu Fransız’ın anılarını okuduktan sonra ‘Asya tipi üretim tarzı’ kavramını geliştirmiştir. Bu kavram Türkiye’de de büyük tartışmalara yol açmıştır. ‘Marx, Benjamin, Adorno- Sanat ve Edebiyat’ adlı kitabımda Marx’ın Asya tipi üretim tarzı kavramına dayanak oluşturan Bernier’nin yazısının tam metnini Türkçeleştirdim.
Prawer ve anılan kitabı ‘Karl Marx ve Dünya Edebiyatı’, Marx’ın yoğun yazınsal ilgisini ve okumalarını ayrıntılı anlatması bakımından değerlidir; ancak bu kitap önemli bir eksiklik taşımaktadır. O da şudur: Marx’ın yapıtları yazınsal açıdan ve eleştirel bir gözle okunduğunda, bu filozofun yazınsal ilgisinin, çok büyük ölçüde Antik Yunan ve Avrupa yazınıyla sınırlı olduğu görülür. Bu belirleme, ‘dünya yazını’ kavramını geliştiren Goethe için de geçerlidir. Goethe tartışmasız olarak ‘filhelenist’, dolayısıyla da Yunan hayranı ve Türk karşıtı bir yazardır. Goethe’nin filhelenist yaklaşımı, 1821’de başlayan Yunan başkaldırısı sırasında, daha koyu bir filhelenist olan Lord Byron ile mektuplaşmalarında ve ‘Batı- Doğu Divanı Üzerine Notlar ve Denemeler’ adlı kitabında somutlaşır.
Karl Marx elbette Goethe gibi salt Yunan-sever değildir; ancak yüzyıllarca süren, Alman kültür tarihinde ‘Türk Savaşları’ diye adlandırılan son derece olumsuz bir Türk, İslam ve Doğu imgesinden etkilendiği kesindir. Bu yoğun etkilenme, Marx ve Engels’in ‘Doğu Sorunu’ ile ilgili yazılarında görülebilir. Öte yandan, Marx, hastalığı nedeniyle ölümünden kısa süre önce gittiği Cezayir’den döndükten sonra, oryantalist yaklaşımın yanlışlığını ya da yetersizliğini deneyimlediğini dile getirmiştir. Marx’ın oryantalizme karşı sergilediği görece eleştirel yaklaşımı, ‘Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi’ kitabımda eleştirel irdeledim.
Yazarın kitapla ilgili ilk yazısı için>>>
Yazarın kitapla ilgili ikinci yazısı için>>>
Prof. Dr. Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (19 Ağustos 2020)