Sonbaharın son güneşli havaları. Tadını çıkarmak lazım. Gölgede üşüyüp, güneşe sığınmanın keyfi…
Sonra başını kaldırıp, bulutların en güzel olduğu gökyüzü mevsimine gülümsemek. Kabul, uçsuz bucaksız mavilik çok iyi geliyor. Bembeyaz bulutların o artık biraz rengi koyulaşmış mavideki keyfi başka.
Yalnız bulutlara bakarken yürümek tehlikeli. Karşıdan da elinde cep telefonuna bakan biri geliyor olabilir. Ki bu oldu. Ben bulutlara bakıp felsefe yaparken, cep telefonu üstünden hayatla mücadele eden biriyle fena halde çarpıştık. İkimize de bir şey olmadı. Ama neredeyse ikinci el araba fiyatına denk gelen, az önce sahibinin parmak komutlarını icra eden telefon, uçtu. Her an kavga çıkabilir, dürtüsüyle karşılıklı adrenalin yükselmesini sırtımızdaki tüylerde hissettik. İki çarpışan olarak birbirimizi gözlerimizle tarttık. “Sen kibar davran ama minnettarlık bekleme.” sözü geldi aklıma.
O telefonunu yerden alırken ‘İyi misiniz?’ dedi.
Ben ‘Özür dilerim. Telefona bir şey olmadı değil mi?’ dedim.
Aynı anda konuşma gülümsetti bizi. Adrenalin hop ayaklarımızdan çıktı.
Fakat bir sorun var. Benim telefonum nerede?
Hah! Evden çıkarken almadım ki…
Eve mi dönsem?
Boş ver, bugün özgür kıl kendini, dedim. Ulaşılamaz olmanın tadını çıkar…
Şimdi sıra kitapçı gezip, yeni çıkanları kontrol etmekte. Ve tabi ki çok satanları…
İşte o sırada Çinli bir kadın, üstünde renklendirmeler yapılmış Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu gözüne ilişti. Kapak gibi ismi de ilginç. Kitap falı zamanı: Rastgele bir sayfa aç ve oku… Sayfa 20, son paragraf…
“Tuvalete kapanıp telefonumla oynasam daha iyi olmaz mıydı? Hayır, ben bunu, bu bilgisayara sığınmayı, bu sayısal otizmi acınası bir durum olarak görüyordum; bu kolaylığa boyun eğmiş olsaydım asla dokuz dil öğrenemez, yeryüzünü karış karış dolaşamazdım.” Sayısal otizm. Ne harika bir tanım…
Yazarı Eric- Emmanuel Schmitt. Dur bir dakika! Nereden hatırlıyorum bu ismi? Ah ya, telefon yanımda yok ki, hemen her şeyi bilir Google üstada danışayım…
Aa! Aklıma bir takım görüntüler geliyor. Eveeet! Telefonum olmayınca, hafızam çalışıyor. Ki benim unutkanlığım dillere destandır. O sırada akıllı telefonun sadece oyunlarla değil, her şeyiyle Sayısal Otizm’e sebep olduğuna inancım kesinleşti. Eric E. Schmitt bir oyun yazarı. Hatırladım.
Bir kitap falı daha;
“İnsanlar neden hakikati kaldıramaz? Birincisi, çünkü hakikat onları hayal kırıklığına uğratır. İkincisi, hakikat genelde çıkardan yoksundur. Üçüncüsü, hakikatin asla doğru bir görünümü yoktur – yalanların çoğu çok daha iyi hazırlanmıştır. Dördüncüsü, çünkü hakikat yaralar. Barışı yayacağını sanarak, savaşta komutan olmanı istemiyorum.”
Hakikatle ilgili sözler tümüyle beni yansıtıyor. Ama o son cümle… “Barışı yayacağını sanarak savaşta komutan olmak…” Galiba en büyük yanılgım bu. Üstelik hiç böyle bir amaçla başlamamışken. Amacım sadece karşımdaki insanı ya da insanları hakikate çağırmakken. Bir anda baktım en öndeyim. Silahlar bana doğurtulmuş…
Neredeydi yola beraber çıktıklarım?
Neden kaçmışlardı?
Ya da neden iki yüz metre gerideler?
Neden bütün kurşunlar bana isabet ediyor? Neden tüm kılıçlar bir tek bende kesiklere sebep oluyor?
Kendimi çok yalnız hissetim. Çokça haksızlığa uğramış hissettim. İsyan edesim geldi. Ettim. Özür dileyenler oldu. O zaman Bayan Ming’in “Bir haksızlık ancak insan onu unutmayı başarabilirse silinir.” sözünü bilmiyordum. Cevap veremedim. Hayır. Cevap verdim. “Konuşmaya başladığı andan itibaren, karşısındakinin aklına saplanan sivri cümleler sarf etiğinden, tatlıdan ziyade mayhoştu.” sözlerim. Mayhoş tatlar bırakırken çok özenli seçmiştim sözlerimi. Amacım hataları söyleyip, yine hakikate davet etmekti. Sözlerim benden çıktığında silah değildi. Ama ulaştığı yerde makas kesikleri yapmıştı.
Amacımı aşmıştım. “Amacı aşmak amaca ulaşmak değildir.”
Sonra bir süre sustum. “Sessizlik asla ihanet etmeyen bir dosttur.” çünkü.İzledim insanları.
Kendimi korumaya almam gerek, dedim. Aldım. Özür bile dilemeyenleri, ikinci el insan olarak eskicilere verdim. Ama karşılığında para almadım. Varsın eskicinin kârı olsun bu, dedim.
“Bilge, içindeki kusurların nedenini ortaya çıkarır; çılgın bundan diğerlerini suçlar.” Kendi hatalarımı görmeliyim dedim. Öyle dedim. Çünkü “Her gün ilerlemeyen insan her gün geriliyor demektir.”
Ben de ilerliyordum. Çünkü ilerlemek istiyordum. Ama ilerlerken gene baktım komutan olmuşum. Kendimi tekrarlamak istemedim. Ama güvenimi kaybediyordum zaman geçtikçe. “Çam ve servinin yapraklarını diğer ağaçlardan sonra döktüğü, ancak kış soğuğu bastırdığında fark edilir.” Kendime, sen bir sedir ağacısın, yapraklarını dökemezsin, dedim. Arkama baktım. Hala arkamda duranlar vardı. Hala hakikati sevenler var, dedim. “Karanlıktan yakınmak yerine ışığı yakmak çok daha iyi olur.” dedim. Makas yarası açtıklarıma seslendim. Geldiler yanıma. Ama hepsi değil. Sadece bir kısmı.
“İnsanların hatalar yapması ve bunları düzeltmemesi, işte kusurun kaynağı buradadır.” Ben de kusurlarında ısrar eden insanlara baktım. Ne yapacağımı biliyordum bu defa. Ne de olsa “Onu elinde tutanı aydınlatan bir mumdur tecrübe.” Elimde kalan bir avuç hakikat bağımlısı insanla, eskicinin yolunu tuttuk. Eskici çok yıpranmış bunlar, dedi. Almak istemedi. O bir avuç hakikat bağımlısı, eskiciye para teklif etti. Al bu yıpranmışları. Bu da zahmetinin bedeli dediler. Eskici parayı görünce aldı, yıpranmışları. Sağ olsun!Bize “Önemli bir görevi yerine getirmek, önemli biri olmaktan yeğdir.” dedi eskici. Haklıydı.
Eee!
N’olacak peki şimdi? Bitti mi hakikatle ilgili dertlerimiz? Bu soruyla bakıyorduk birbirimize, bir avuç hakikat bağımlısı. Sonra ayna karşısında bulduk kendimizi.
Yok öyle olmadı. Hepimiz birbirimize ayna verdik.“Eğer değerli bir insanla karşılaşırsan, ona benzemeye çalış; sıradan bir insanla karşılaşırsan, onun hatalarını kendinde ara.”
Bana aynayı kim vermişti? Ona çok teşekkür ederim. Çünkü bana bir aynayla“Başkalarından ayrı gösteren imgelemdir; sıradanlıktan, tekrardan, birörneklikten söküp alan, kurtaran imgelemdir. Hikayeler uydurarak ve bağlar kurarak özgünleri yaratan yalnızca imgelemdi; imgelem olmasaydı birbirimize yakın, fazlasıyla yakın, benzeş, gerçeğin sepetleri içinde üst üste yığılı olurduk.” demiş oldu.
Teşekkürler Bayan Ming.
Topu topu 70 sayfalık roman müthiş bir yere taşıdı beni. Geçmişimi tarttım. Geleceğimi hayal ettim. Ama kurgulamadım. Çünkü“Düşünmeden öğrenmek gereksizdir. Öğrenmeden düşünmek tehlikelidir.”
Eric-Emmanuel Schmitt, romancı, oyun yazarı ve yönetmen. Felsefe, müzik ve edebiyat eğitimi almış. Yüzlerin Ötesini Gören Adam, Bir Aynada Üç Kadın, Şişmanlayamayan Sumocu adlı romanları Türkçe’ye çevrilmiş. Bir de Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler adlı basılmış bir tiyatro oyunu kitabı var.
Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu kitabı, NDS Liseliler Edebiyat Ödülü’nü layık görülmüş. Sadece bir çocuk doğurma izni olan Çin’de on çocuk annesi bir kadın. Tek çocuk rejimine “Şimdi kendini imparator sanan bir oğulun arkasında dolaşıp duran, kasılmış, kaygılı ve histerik milyonlarca doğurgan insan var. Ülkemiz nevrozlular tarafından gözaltında tutulan bir benciller fabrikası haline geldi.” diyor.
Hakikatle ilgili benim gibi dertleri olan insanlara “Hakikat, bizim en fazla hoşumuza giden yalanın ta kendisidir, öyle değil mi?” diye soruyor…
Ve hatırlatıyor, “Mutluluk her şeyin gerisine saklanmıştır, onu oradan söküp almayı başarmak gerek. Ağlayın, ağlayabildiğiniz kadar ağlayın.” “Erdem eken onu sık sık sulamayı unutmamalı.”
Bilge kahraman Bayan Ming’in tırnak içine aldıklarım dışında diğer aforizmaları;
“Yetenek hakkaniyetten uzak bir şeydir, bu yeteneğe sahip olanlar kadar sahip olmayanlar için de.”
“Ağaçlar insanın tam tersidir, yükseldikçe gökyüzünü ararlar.”
“Kendini üstün gören bir adam kendinden başka kimseden hiçbir şey istemez, dedi. Kaba ve kusurlu insan her şeyi başkasından ister.”
“İçtenlik tedbirli olmanın tersidir.
edebiyathaber.net (13 Kasım 2019)