“Benlik” ve “aidiyet” kavramları insan aklını sürekli meşgul edip durur. Onlardan bir şey çıkarmak ve bunu anlamlandırmak belki de insan olmanın bir parçası, en azından bunun için bir uğraşı vermek demek. Bütün insanlar bu yolda veya karşıtı olarak bu edimlerle karşılaşır. Bu kelimeleri gerçekten anlamlı birer kavrama dönüştürmekse yine insanoğlunun elinde. Angie Thomas’ın Sessiz Kalma! isimli romanının daha ilk cümleleri bu meseleler üzerinden kitabı açıyor.
“Bu partiye ait olduğumdan bile emin değildim.”[1] “Sadece bazı yerler vardı ki ben olmak yetmiyordu.”[2] Roman, anlatıcı karakter Starr Carter’ın bu sözleriyle açılıyor. Starr’ın kendisini ait hissetmediği ve ben olmaktan uzak duyumsadığı bu yer, onun hayatı için dönüşümü başlatıyor. Bu, aynı zamanda kendi kimliğini ve konumunu da sorgulamayı içeriyor. Onun kendisini ait hissetmediği bu partide yaşananlarsa hayatı için büyük bir kırılmayı meydana getiriyor. Tanık olduğu olay, bir ânda herkesin ilgisini çeken ve adaletsizliğin, eşitsizliğin, ayrımcılığın kol gezdiği yerlerde insanlığın da öldüğünü anlamasına yardımcı olur. Böylelikle “yaşananlar karşısındaki sessizliğin” neden olduğu felaketlere kapı aralanır. Onun susuşu ve konuşuşu arasında roman akıp gider.
Roman Starr Carter’ın arkadaşlarıyla vakit geçirdiği bir partide polisin siyahi bir genç olan Khalil’i öldürmesi üzerine kuruludur. Bu cinayetin ardından hadisenin uyandırdığı yankı, basın, mahkeme ve olayın tanığı Starr Carter’ın hissettikleri ana ekseni çizer. Onunla beraber partiye katılanlar, polis, basın çeşitli kolları oluşturur. Mahkeme süreci bir yandan dâhil olur. Bu cinayetin yanısıra Starr Carter’ın ailesiyle ilişkisi, zengin ve fakir semtlerin çatışması gibi farklı konular da gündeme gelir. Yazarın üzerine eğildiği konu kendini belli eder, zemini yoklar.
İlk romanlar, genellikle yazarın edebiyat dünyasına yaklaşımı ve eğileceği meseleler, sahip olduğu düşünceler açısından ipucu verebilir. Yazarın nasıl bir çizgide yazmaya devam edeceği hakkında da fikir yürütmeye yardımcı olur. Thomas’ın bu ilk romanında eğildiği meseleler de onun ilgi duyduğu konuları yansıtması bakımından öne çıkıyor. “Polis şiddeti” veya doğrudan “şiddet”, “mahalle baskısı veya doğrudan “baskı”, “ırkçılık”, insanları birbirinden koparan “zenginlik-farkirlik” gibi başlıklar ilk planda kendini gösteriyor. Bu başlıkları yan yana koyunca da Angie Thomas’ın yazar olarak kimliğine dair ipuçları fark edilebiliyor.
“Tekrar tekrar aynı şeyi görmüştüm. Siyahi biri sadece siyahi olduğu için öldürülüyor ve kıyamet kopuyordu.”[3] Amerika gibi dünyanın birçok farklı yerinde yaşananlar, çağımızı tekrar kana bulayan yaşantılar, anlatıcının ağzından bu kadar yalın ve açıkça ifade ediliyor. Thomas, ırkçı cinayetlerin sürekli tekrarlanan örgüsünü ifade ederken aynı zamanda hiçbir şeyin değişmediğini, bu cinayetlere neden olan “düşünceler”in yok edil(e)mediğini de açıkça ortaya koyuyor. Sorunun bir yerde cinayetleri aştığı, belki de hastalığa dönüştüğü gözüküyor. Onlarca yıldır aynı nedenlerle işlenen cinayetlere rağmen hâlâ benzer biçimde bu konuların gündeme gelmesi, değişen büyük bir şeyin olmaması insanlık için hayal kırıklığı. Starr Carter’ın dilinden dökülenler de bu hayal kırıklığının bir yansımasından başka bir şey değil. Çağ, ekonomik ve teknolojik ilerlemeye rağmen bazı konularda her şey kendi tekrarından ilerleyip duruyor. Bu da romanda görüldüğü gibi ortak sorunların devam ettiğini gösteriyor.
İnsanoğlu bizzat haksızlığa uğradığında veya çevresindeki biri buna maruz kaldığında, yahut böyle bir ihtimal belirdiğinde hep en büyük tepkiyi kendisinin vereceğini düşünür. İçgüdüleri insanı buna doğru iter. Haksızlığa karşı duyacağı öfke kendini belli eder ve ortaya dökülür. Ancak böyle bir durumla karşılaşıldığında, ortaya bir haksızlık çıktığında, bunun önlenmesi gerektiği anlaşıldığında sular usulca çekilir, büyük dalgalardan geriye sahilde ıslaklık kalır. Beklenenler, tasarlananlar, düşünülenler gerçekleşmez. Carter da roman boyunca bu düşünceyi paylaşır. Yaşananlar karşısındaki sessizlikliğiyle suçu bir ucundan da kendisinin tuttuğunun farkındadır. Biraz da bu dayanılmaz yükle hareket eder. Ortada duran ölü bedenle beraber onun ifade ettiği anlamı sırtında taşır. Onun söylemi roman kapsamında itiraflara, eyleme ve yaşananlara karşı üretilen bir tepkiye doğru evrilir. Haksızlık karşısındaki söylemiyle ortaya bir mücadele koyar. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır,” denişi gibi söylemiyle bunu kırar. Roman, işte bu sessizlikten sıyrılışın eseridir.
Roman, giderek belirginleşen sona doğru ilerler ve olayı tüm çıplaklığıyla ortaya koyan sona yaklaşırken Starr’ın anlatımıyla beraber tüm sırlar açığa çıkmaya başlar. Şaşırtıcı hadiseler ve gerçeğin soğuk yüzü giderek kendini gösterir. Bu sırada okur için başka hadiseler da işin içine girer. Irkçılığın vardığı nokta insanı korkuturken inşa edilecek gelecek için de kaygılanılır. Bu da romanın altyapısında olan düşüncenin altını iyice çizer. Yazar, düşüncesini birçok yöntemle aktarmanın yollarını arar ve bunu karakterinde bulur. Onun tereddütlü hâli, git-gelleri, söylemindeki titreklik bunun önünü açar. Birey olarak varlığını duyumsatır.
Romanın ilginç bölümlerinden biri de Khalil’in cenaze törenin yapıldığı kısımdır. Cenazelerin ölüler için değil, yaşayanlar için yapıldığı söylenirken bu düşünce bölüm içinde ön plana çıkarılır. Khalil’in ölü bedeni bu bölümde alttan alta kendi varlığını duyumsatır. Onun karşısında yaşananlar, olayın giderek bir çığ gibi önüne çıkan her şeyi silip süpürmesine neden olur. Her şey sanki Khalil’in izlediği bir alanda gerçekleşir. Bu ölüm karşısında kendisiyle hesaplaşmanın içine giren Starr ister istemez kendini çeşitli suçlamalardan alıkoyamaz. Olayın şiddeti karşısında tüm gözler ona çevrilir. Onun söyledikleri kadar suskunlukları da birçok şeye cevap olarak düşünülebilir. Bu açıdan yazar tarafından karakterinin konumlandırılması öne çıkar. Onun durduğu yer kendi içinde dengeli ve tutarlı olarak gözüküyor. Son, bunu başlatan şey olarak duruyor. Bu da anlatı için zeminin kaymasını engelliyor. Sonuçta anlatıyı sıradan olmanın ötesine taşıyan ana nokta da burada gözüküyor. Suçlamarın, cinayetlerin, intikamların yanına tüm bunları kuşatan bir başka zemin ekleniyor. Böylelikle Angie Thomas, romanını tüm dünyada yankı bulacak bir seviyeye ulaştırıyor.
Angie Thomas’ın Sessiz Kalma! isimli ilk romanı ırkçılık ve bir yerde yabancı düşmanlığı, farklı insanların çıkmazları gibi birçok konuyu bünyesinde barındıran, tüm bunları bir gencin ağzından aktaran tüm dünyada yankı uyandırmış bir eser. Boran Evren tarafından Türkçe’ye çevrilen roman, Yabancı Yayınları tarafından geçen ay basıldı.
Abdullah Ezik – edebiyathaber.net (28 Eylül 2017)
[1] Angie Thomas, Sessiz Kalma!, Yabancı Yayınları, İstanbul, Ağustos 2017, syf: 9.
[2] A.g.e. syf: 9.
[3] A.g.e. syf: 37.