Yüceliğinden duyulan şüpheyle insan varlığının bir oluş halini nitelemesi; kapalı, belirsiz ve birleşmeyen parçalarıyla hep eksik kalan soyutlamadır. Bu soyutlamanın kendi failleriyle somutlaştığı ân, her şeyiyle yüzleşme bekler. Gündelik hayatın içinde tatminsizlikle yalnızlığı, amaçsızlıkla yoksunluğu, mutsuzlukla sıradanlığı gittikçe ağırlaşan bir kambur gibi gövdesinde, ruhunda ve aklında taşıyan insan, çaresizliğinin sınavını henüz deneyimlemediği hakikatlerin seçeneklerinde verir. Son zamanlarda ülkede yaşananlar, yaşayanların üzerine olanca ağırlığıyla kapandıkça, normal sayılan anormalliği anormal gördüğünün normalliğiyle tanımlama çabası hasıl oldu. Tanımlamalar böylesi memnuniyetsiz günlere karşılık gelen değil midir zaten? Delirmek, deli olmak, nasıl delirelim, delirince ne yapalım, ne güzel delirdik, delirirsek şöyle delirelim, keşke delirsek söylemi iflah olmaz bir saplantıyı bertaraf edecek kurtuluş cümleleri olarak -kendimize acıdığımızı itiraf edemedikçe- günlük jargonumuzun vazgeçilmezleri arasına yerleşiverdi birden.
Sadece bir ifade etme olanağı mıdır yoksa tahammül edebilmenin tatminsiz faydacılığı mıdır bilinmez, deneyimlenmemiş gerçekliğin öznesi olma arzusu, o gerçeğin bizzat öznesi olanlara yönelen bakış açısıyla aslında sürekli olarak çatışır. Olumlama denenin yanlış anlaşılması nasıldır diye sorsa birisi, normal olduğunu sananın anormal gördüğüne evrilmek istemesinin altında kibirli bir olumsuzlamanın barındığını ve her gün birlikte bunu başarabildiğimizi söylemek pek yanlış olmaz. Ingmar Bergman’nın başyapıtı Persona*, elli iki yıl sonra bile her sekansıyla ruhumuzda çökeni, çöktükçe maskeleneni ve aksi gibi bu çöküntüyle yaşayabilmenin anlamsızlığını tekrar tekrar hatırlatır. “Varolmayı boş yere hayal etmek” der doktor Elisabeth’e ve ekler; “öyleymiş gibi görünmemek, gerçekten olmak. Uyanık olduğun her an. Tetikte. Başkalarına karşı sen ile yalnızkenki sen arasındaki uçurum. Baş dönmesi ve sürekli açlık, açığa vurulmak için. İçinin görülmesi için. Hatta parçalara ayrılmak. Ve belki de tümüyle yok edilmek için. Sesin her tonu bir yalan, her davranış bir aldatmaca, her gülümseme aslında yüz ekşitme.” Gerçeğin rahatsız ediciliğini anlamak, izleyeni ve sonrasında kendi hayat hakikatini yine kendine itiraf edeni, film boyunca hem rahatsız eder hem rahatlatır. Nasılsa herkes öyledir, nasılsa yüzün ve ruhun maskelediği “persona” yine herkeste benzerdir. Bir mucize gibi, bu “nasılsa” olanların dışında kalanların, aklının iktidarını serbest bırakanların dünyası bundan sebep arzulanır. Aklen ve ruhen çözülmenin belirgin bir rahatlamayı sağlayıp tedirginliği ortadan kaldıracağı inancı cezbedicidir.
Fatih Altınöz’ün Çınar Yayınları tarafından yayınlanan yeni kitabı Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum, çoğumuzun boynunda parlayacak itibar nişanı gibi taşımak istediği deliliği ve bunu hayata karşı sert bir kalkan olarak konumlamak için tekrarlayıp durduğu hakikatini bizim öngöremediğimiz detaylarıyla anlatan hikâyelerden oluşuyor. Delirmeyi, deli olmayı, deli görülmeyi şifalanma pratiği sayanları tam da içeriden anlattığı hikâyelerle karşılıyor. 1990’lı yılların başından sonuna değin tanıştığı ve tanıdığı delilerle birlikte, onları tedavi ettiğini düşünen doktorları, kapatıldıkları tımarhaneleri, karanlık koridorları, hemşireleri ve iri kıyım müstahdemleri tanıtıyor yazar bizlere. Gerçek kişilerden yola çıkılarak yazılan psiko-politik hikâyeler sadece doktor olarak Fatih Altınöz’ün karşılaştığı ve tedavi ettiği delileri değil, ülkedeki psikiyatrik tedavinin görülmeyen taraflarını da bilinir kılıyor. Gerçek kişilerle, olaylarla ve yaşananlarla ilerleyen kitapta her karakter müstear isimle (son hikâye hariç) anılıyor. Kitabın önsözünde yazarın sorduğu soru, kitap tamamlandığında yanıtını aramaya devam ediyor: Kim doktor, kim hastadır bu hayatta? Ve bu sorunun henüz keşfedilmemiş yanıtını hikâyelerde bulmaya çalışan okur; her telaffuzunda kulağına hoş gelen, arkadaş sohbetlerinde diline pelesenk edip ayrı ve aykırı olmanın izahı bildiği, bir şarkının nakaratı misali kulağına çalındıkça tekrarladığı, hayal gibi rüya gibi gördüğü, o olmak istediği insanlarla, delilerle tanışıyor, delilik nasıl bir şeymiş, birlikte nasıl yaşanırmış öğreniyor.
İnsan müzeleri olan tımarhanelerle, şizofreniyle, sosyopatiyle, bipolar affektif bozuklukla, akut maniyle, kronik maniyle, elektroşokla, doktorların nöbet geceleriyle, o nöbet gecelerinde rahat etmek isteyenlerin envai çeşit ilaçla duvarların arasında varlıklarını hayalete dönüştürdükleri insanlarla, uğultusuz, net ve anlaşılır bir sesle karşılaşmak belirsizliğine atfedilen cazibeyle, deliliğin ve delilerin yaşamayan için aşkın görülen dünyasını yine yaşamayanlara heves olmaktan çıkarıyor; bilâkis toplumsal bağlamıyla psikiyatrinin ne olmaması gerektiğini, ne olduğu üzerinden detaylandırıyor yazar. Adlandırmalara ve sınırlamalara ihtiyaç duymadan, yaşarken zor olanı, anlatırken ironik olanla yumuşatıyor Fatih Altınöz. Tıp fakültesine girdiği andan itibaren mecburi hizmetinde yaşadıklarına, sonrasında hayalini kurduğuyla psikiyatri servisinde karşılaştıkları arasındaki uçuruma, hiç kaybetmediği eleştirel tavrıyla anti-psikiyatrinin olanaklarına duyduğu inanca, bu olanakları gerçekleştirebilmek için verdiği mücadeleye, reddediş ve reddedilişlerine, delilerle kurduğu ilişkiye geniş bir parantez açıyor her hikâye. “İnsanın içinden söylenirken olup olmadığına henüz emin olmadığı, acı veren şeyleri, bir başkasının olduğu yerde ilk kez seslendirirken bir şahit huzurunda olmanın gerginliği dışında bir başka huzursuzluk nedeni daha vardır, kendinize kulak kabartırsınız ister istemez” Fatih Altınöz’ün 12 Eylül sonrası psikiyatri servisine getirilen Hüseyin’i anlatırken kurduğu bu cümleler hikâyelerini anlatırken yazarın okur karşısında kendi sesine kulak kabarttığını, okurun aynı yönelimle hikâyelerin sahiplerinin sesini duyduğunu, hikâyeleriyle gerek yazarı gerek okuru etkileyenlerinse herkesin sesini işittiğini kanıtlıyor, Hepsini çevreleyen karmaşık uzamsa normal olduğunu varsayanla anormal görüneni aynı zamanın sınırlarında karşılaştırıyor.
12 Eylül 1980’den bu yana toplumsal alanda yaşanan her tür yıkımın izlerini psikiyatri alanında da gören, deneyimleyen ve “insan” dışında kıymetli gördüğü iktidarı ve iradeyi mutlaklaştıran yapıyı eleştiren Fatih Altınöz, çekincesiz ve abartısız bir anlam evrenini kuşatacak şekilde hayatın gerçek dışı niteliklerini başkaları tarafından betimlenen birer simge olmaktan çıkarıyor. Şizofrengi Dergisi’ni ortaya çıkaran inancından, şizofreni hastaları için yapmak istediklerine çatı olması umudunu taşıdığı dernekleşme sürecinden (1996 yılında kurulan Şizofreni Dostları Derneği), bürokratik aşamalardan, emek vermediğini sahiplenmeye çalışanların çıkardığı engellerden bahsederken hayat karşısındaki sıkışmışlığı kendisiyle dünya arasında kuramadığı anlamla yaşayanları, dünyada kapladığı yerden mahcubiyet duyanları, müphem insan halini yaşayanları yani delileri bir muammanın öznesi, buhranı ya da trajedisi gibi görmeden, dışlamadan tanıtıyor. Kemal Bey’i, Hüseyin’i, Rahmi’yi, Döndü Hanım’ı, Yalçın’ı, Ali’yi, Nusret Amca’yı, Hakan’ı, Muhittin’i, İbrahim’i, Mümtaz’ı tanıdıktan sonra deli olan kim normal kalan kim sorusuyla baş başa kalıyor okur. Bu anlamda bir yüzleşme ve sorgulama kitabı aynı zamanda Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum.
On dokuzuncu yüzyılın sonuyla birlikte psikiyatri alanında yaşanan olumsuzluklar doktorun iktidarını da sorgular**: Doktorun hastalık karşısında kullanacağı bilgiden ziyade hasta üzerinde konumlayacağı iktidar konu edilir. Psikiyatri alanında reform olarak düşünülen ve görülenler yine doktorun bu iktidarı bağlamında yerinden edilir, maskelenir ve gerekirse ortadan kaldırılır. Karşı-psikiyatrinin biçimlenmesi tarihsel, epistemolojik ve siyasal açıdan bir ayrışmanın sonucudur. Ve bu, iktidarın sorgulanması sorunuyla karşılıklı bir ilişkiye sahiptir. Fatih Altınöz, Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum kitabında anlattığı hikâyelerle bu karşılıklı ilişkinin sorgulanma pratikleri üzerine düşünüyor ve tartışıyor demek yanlış bir ifade olmayacak. Özellikle başhekim Aydın Bey’i, onun iktidarında asistanların ve hastaların maruz kaldıklarını, ilerleyen zamanda şizofreni hastalarıyla hiyerarşisiz bir modelle hayata geçirmeye çalıştığı dernekleşme sürecinde yaşadıklarını ve gözlemlediklerini, psikiyatrik tedavi basamaklarının mevcut sistemle, medyayla kurulan ilişkilerle olan bağını, ilaç sektörüyle kurulan ilişkinin kâra dayalı ilerleyişini, deli olarak görülenlere yönelik sistematik hale getirilen hayatı bir yok oluş pratiği şeklinde yeniden kurgulayan tedavi biçimlerini detaylandırmasının bu konuda hiç bilgisi olmayanlarda farkındalık yaratması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Hâlâ her şeyden “bütünüyle kuşkuda” olanlar kitaptaki hikâyelerle, söylemdeki deli olma arzularını, eylemde normal kaldığını düşündükleri hayatlarıyla elbet karşı karşıya getirecekler, düşünecekler ve anlamaya çalışacaklar. Ki zaten her gün yaşananların elimizi kolumuzu sallayarak dolaştığımız ülke büyüklüğünde ve kalabalığında bir tımarhanede geçmediğini kim söyleyebilir?
“Tımarhaneler insan müzeleridir. Yüzler, yüzler, yüzler. Ve deliler. Deliler hiçbir zaman akılsız değildir. Ve deliler her zaman deli de değildirler. Ve hele bazı deliler icap ettiğinde yani akıllarının başlarında olduğu dönemlerde deliliklerini taklit de edebilirler. Deliliklerini kullanabilirler diyorum. Ne sandınız? Delileri yabana atıyorsunuz. E atın! Onlar orada dururlar mı bakalım?”
Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (23 Kasım 2018)
* Ingmar Bergman’nın yönetmenliğini yaptığı, Bibi Andersson ve Liv Ullmann’nın başrollerde oynadığı 1966 yılı yapımı film.
** Foucault, Michel. (2001), “Ders Özetleri”, Çev: Selahattin Hilav, syf. 76-81, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.