Söyleşi: Can Öktemer
Halil Yörükoğlu’nun yeni öykü kitabı Keşke Yüzüme Baksanız geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan yayımlandı. Yörükoğlu son kitabında her daim kaybedenlerin, günümüzün ışıltılı dünyasının sıradan sakinlerine, yalnızlara, bedbahtlara, sesi çıkmayanların hikayelerini anlatıyor. Yazarla, son kitabı hakkında konuştuk.
-Klasik bir soruyla başlayalım isteseniz. Keşke Yüzüme Baksanız ikinci öykü kitabınız. Kitabın oluşum süreci nasıl oldu?
Can öncelikle bu güzel sohbet için teşekkür ederim. Sürekli yeni öyküler yazıyordum. İçime sinenleri bir bütün haline getirdim ve yayınevine gönderdim. Ardından editörüm Duygu Çayırcıoğlu ile uzun bir dönem başladı. Yaklaşık üç kez karşılıklı çalıştık. Sonrası düzeltiler, kapak ve baskı şeklinde gelişti.
-Biraz kitabın karakterleri üzerinden ilerlemek isterim. Keşke Yüzüme Baksanız’da hikayelerini dinlediğimiz karakterler her daim iç sesleriyle, monolog halinde konuşuyorlar, öfkeleniyorlar, dert ortakları da dinleyicileri de sadece kendileri gibi görünüyor; sanki bir cümle atmosfere karışsa dünya eskisi gibi olmayacak. Karakterlerin duygu durumlarını, iç muhasebelerini İlhami Algör’den mülhem ‘iç hatlar’dan yapma vaziyeti için ne söylemek istersiniz? Karakterleri yazarken nasıl bir yol haritası çizdiniz?
Evet, haklısın. Kitaptaki karakterler genellikle içinden konuşan ve buna ilaveten çok soru soran insanlar. Ama konuşma ve sorma durumları her daim kendi kendilerine oluyor. Bunun sebebi çekingen olmalarından kaynaklanıyor olabilir. Onların benim kafamdaki hallerinden ötürü çekingen diyebiliriz. Biraz yolda gelişen şeyler bunlar. Bir durumu, olayı bir metin haline getirirken o olayın kahramanı insan ya da bir nesne bazen tutarlı veya tutarsız değişkenlik gösterebiliyor. Bunu belirleyen şeyi bilmiyorum. Bu dosyadakiler genellikle içine içine konuştular. Ben onları kendimce iddiasız ve çekingen hatta biraz beceriksiz olsunlar diye öyle hayal ettim. Kendilerine söyledikleri meseleler bir vesileyle birileri tarafından duyulmuş gibi oldu. Başarabildim mi bilmiyorum.
-Keşke Yüzüme Baksanız’da ‘ hep karşımıza çıkan, her gün gördüğümüz ama detaylarıyla pek ilgilenmediğimiz insan portrelerine odaklanıyorsunuz. Bir hikaye için işaret fişeği sizin için ne oluyor?
Onun benim hikaye algımda yerinin olması ve sonrasında onun hikayesini yazabilecek kurguya,edebi bir anlatıma ve bunlara yapabilecek hisse sahip olmam gerekiyor. Düşünerek konu bulan biri değilim. Kurguya da yaslandığım söylenemez sanırım. Ama o cümlenin ya da hadisenin benim anlatmak istediğim bir şeyle arkadaş olması veya anlatmak istediğim meseleye çıkan bir sokak olması lazım. Hatta sokak olmasına bile gerek olmayabilir. Tanıdık olsa da olur.
-İkinci kitabınızda ilk kitabınıza oranla hikayeleri ve karakterlerin iç dünyalarını, eşyaları, küçük detayları daha çok metnin içine dahil eden, lafı biraz ‘uzatan’ öykülerle karşılaşıyoruz. İlk kitaba göre değişen üslup için ne demek istersiniz?
Açıkcası senin tarifinle “”uzatma” ile üslubumu değiştirmiş saymıyorum kendimi. Ama bu biraz üzerine uğraştığım bir şey oldu; daha çok anlatma ve daha çok detayı metne katmaya çalıştım. Uzatmak deyince de “gereksiz” gibi bir durum oluşur belki birilerine göre. Metni savunmak gibi olmasın ama gereksiz cümleler olmamasına dikkat ediyorum. İlk kitapta çok daha üsluba ve ritme dikkat etmiştim. Yani yapabildiğim şey öyle olmuştu. Bu kitapta, temele bu üslubu ve ritmi alıp daha çok anlattığım hikayeler yazdım. Sonuç olarak ilk kitabı çok beğenenlerin şaşırdığı, biraz daha uzun yazsanız diyenlerin sevindiği bir kitap oldu. Ama kendimi terkar edeyim hassas olduğum temel şey ritim ve metnin okunabilmesi.
– Kitaptaki öyküler belirli bir tema üzerinden ilerlemiyor ama öyküler arası birtakım bağlantılar kurabilmek mümkün. Bunlar arasında en çok dikkatimi çeken yalnızlık ve anlaşılamama halleri. Kitap boyunca ‘Kısa Kollu Gömlek’teki memur, ‘Yolculuk’ öyküsünde mevzuya ‘en son kime ne anlatamıyordum ben?’ diyerek başlayan karakterlerle karşılıyoruz. Oğuz Atay’ın anlaşılamadıkları için kendilerini soyut bir gecekonduya saklayan veya kenara saklanıp yalnızlık içinde anlaşılmayı bekleyen karakterlerin aksine, sahici bir yalnızlığın içindeler ve çoğu zaman anlaşılmakla ilgili dertleri de kalmamış gibi. Zaten anlatmaya mecalleri de yok, kelime yorgunlukları var üzerinde, sessizlikte aradıklarını duyuyorlar sanki…. O yüzden ‘Biraz Yüzüme Baksanız’ anlarsınız diyorlar bize. Siz ne demek istersiniz bu durum için?
Karakterlerin halleri de umutları da az gibi geliyor bana. Tabi umutsuzluk yoktur bir şey olsa hemen düzelirler. Ben kendimce herkesin derdinin kendine çok büyük olduğunu düşünenlerdenim. Karakterlerde dikkatimi çeken kendi hallerinde yorgun ama daha çok kırılgan insanlar olduğu. Hepsi biraz sitemkarlar yani. İşleri düşmese kimse kimsenin yüzüne bakmıyor, öyle bir dünya. Birilerinin yüzüne bakanlar da kime yetişsin, insan çok, dert çok mesele çok. Haliyle hepimizin sorunu bu. An itibari ile sen ya da ben belki tanıdığımız insanlar acı çekiyorlar maddi manevi zorlanıyorlar biz edebiyat konuşuyoruz onlar da ulan biraz da yüzümüze bakın diyor olabilirler. Ama o ses zamanla incelebilir. Bir zaman sonra da kaybolur.
-Keşke Yüzüme Baksanız, bir tarafıyla hükmen mağlupların, San Marino gibi 7-0’lık seri mağlubiyetlere alışkınların, teknik direktör değişikliğiyle de vaziyeti kurtaramayıp, dibe doğru düşenlerin hikayelerini anlatıyor bir yerde. Yolculuk ve Döngü hikayeleri bu anlamda dikkat çekiyor. Karakterlerin hayatları o kadar aynı ki bir noktadan zaman anlamını yitirmiş gibi duruyor onlar için. Bu anlamda kendi kaderine mağlup olanlar geleceği ne olabilir? Maçı çevirebilirler mi?
Bu soruya hazır futbol da çok gündemdeyken biraz futbolvari bir cevap vereyim. Hoş sen çok güzel özetlemişsin ama olsun. Bence maçı çevirmek asla bizim elimizde olan bir şey değil. Takımla ilgili bile değil. Her şeyle ilgili. Biz kendi oyunumuzdan keyif alma noktasına gelirsek ne ala. Zaten bence biraz da o derdimiz. Maçı çeviremeyiz. O kadar ihtimal bir araya gelecek diye beklemek de çok sıkıcı. Madem bu maçın içindeyiz paslaşabildiğimiz birine denk gelirsek bu dost olur yazar olur müzisyen olur resim olur şiir olur iki muhabbet olur ne dersen de biraz nefes alırız iki top çevirir keyifleniriz sonra yoruluruz gene bir şey denk gelir gene devam ederiz. Bunlar olursa güze. Maç bitmiyor bir defa. Çevirmek imkansız. Ama güzel oynamak kesinlikle bizimle ilgili.
-Var olmak, görülmek, beğenilmek varoluşumuzun temel öğelerinden biri, sosyal medya çağıyla bu durum başka bir yere evirildi. Keşke Yüzüme Baksanız’daki karakterler ise neredeyse yoklar, görülmüyorlar bile, saydamlaşmışlar… Var olmanın temel esasının sosyal medya sayılarına, beğenilerine, başarılarla dolu CV’lere bağlı olduğu çağda kimin hayatı yaşamdan sayılır?
Gerçek olmaya çalışan herkesin hayatı yaşamdan sayılır. Mecranın, zeminin pek önemi yok. Nerede ne yapıyorsak yapalım sahici olabiliyorsak ya da bunun için bir çaba harcıyorsak yaşadık diyebiliriz. Ama tam tersi oyunun kuralı bu diye kendimizi bir vitrine koyduysak onunla ilgili kendimce şüphelerim var. Rakamlara, beğenilere, reklamlara göre yaşıyor görünebiliriz ama bu yanılgıdan öteye geçmez. Kitaptaki bazı karakterler de bu rakamlarla tırnak içinde becerilerle yıldızı barışmayan insanlar. Bu yüzden yok kabul ediliyorlar. Zaman bir şeyleri beceremeyen çoğu insanı yok kabul ediyor. Kimse de sormuyor “Bunları yapamadın ama neleri yapabiliyorsun” diye. O yüzden sağda solda hüzünlü hüzünlü gezinip duran birilerine göre var; birlerine göre yok olan insanlar oluşuyor. Kimse de CV’lere yapmak için uğraşıyor yazmıyor.
-Türkiye edebiyatında son yıllarda öykü kitapları önemli bir ivme kazandı. Öykü yazarı olarak siz nasıl görüyorsunuz? Bir altın çağ mı yaşanıyor yoksa zamanın ruhu mu böyle esiyor?
Altın çağ mı değil mi kısmı sonradan anlaşılacak bence. Şu an mevcuda tarafsız ve biraz uzaktan bakamayız. Ama zamanın ruhu konusunda eminim. Zamanın ruhu her taraftan her şeye sirayet eder. Acelemiz varsa kısa metin okuruz. Bu da kısa metin üretimini arttırır. Online site kurarız; bu öykü yazanları cesaretlendirir. Odak sorunu yaşarız, oturmaktan sıkılırız, metrobüsle iki saat gideriz açıp roman okuyamayız. Ayakta bile değiliz. Okumak da istiyoruz. Öykü okuruz. İyi hissederiz.
Kendimizi ifade edebileceğimiz alanların artması o konunun yayılmasını sağladı. Haliyle üretim beraberinde geldi. Bunlara ilaveten öykü yazmak öğrenilebilir bir şey. Bu başka konu ama bu sorunun bir kısmını açıklıyor. Öğrenilebilir bir şeyin neden öğretildiğine karışamayız. Toparlayayım, matematiği kur, konu zaten çok fazla var… Neticede yazmak isteyen insanda heves ilgi merak var. Bu da sayıyı arttırıyor. Sonuç olarak zamanın ruhu bu yönde.
Bunların yanında eskiden belli ki zormuş. Dergilere öykü gönder bekle heveslen gitti mi okundu mu ne diyecekler vs. Şimdi bin tane mecra var. Tatminse tatmin yaşa, istersen devam et. Ve tabi ki kendimi ayırmıyorum bu zamandan. Bende bu dönemin insanı ve yazmaya gönül vereniyim. Haliyle sayısal bir çokluğun içinden geçiyoruz. Umarım okunurluk olarak da böyle bir dönemin içine gireriz.
edebiyathaber.net (21 Aralık 2022)