Peter Brook’un Boş Mekân’ını okurken, kitabının ilk cümlesi ile noktayı koyduğu son cümlesi arasındaki söz/anlam/anlamlandırma birikiminin tiyatroya dair ne çok şey söylediğini görmek, benim tiyatroya dönük bakışıma yeni ufuklar açmıştır.
Brook’un ilk cümlesi şöyledir:
“Herhangi boş bir mekânı alır, işte burası sahnedir diyebilirim.”
Bu “boş”luk sizi düşündürür ilkten. Ama uyarıcı değildir. Bir adım sonrasında nesnelerle donatılmaya başladığınızda, bunların da “insan”a dair/insanla ilişkisini kurmaya yönelirsiniz ister istemez. Nesneler, objeler çağrışım yaratabilir ancak. Oysa söz uyarıcıdır, sözün taşıyıcısı insan boş bir alanda var olduğunda yeryüzünü ayaklandırabilir. İnsanın varlığı, bedeninin her bir eylemi o mekândaki devinimle anlama bürünür.
Brook’un sonraki cümleleri şunlardır.
“Bir adam bu boş mekânın ortasından yürüyerek geçer ve bir başkası da bu adamı gözleriyle izler, işte tiyatronun etkinliği için bize gereken şey bu kadardır.”
Bir mekân ve bir insan tiyatro/oyun etkinliği için yeterlidir.
Gene de biz, yani, izleyen olarak bunlardan daha fazlasını isteriz.
Neden/niçin ve nasıllar için, kurabileceğimiz bağlantılar için gerekli görürüz diğer öğeleri.
İçimizdeki “Pencere”ler
İngiliz oyun yazarı David Hare’ın “Pencere” adlı oyununu izlemek üzere salondaki koltukta yerimi almıştım. Perde açılır açılmaz sahnenin tasarımı/görünümü, birazdan izlenecek oyun hakkında bazı ipuçları verir gibiydi benim için.
İlkten dikkatimi çeken salon/mutfak arkasındaki büyük/çoklu pencereydi. Önde soldaki yemek masası, sağda yer alan kanepe…
Oyun kişisini/kişilerini beklerken sahnenin bu görünümü; “birazdan burada oynanacak oyunu” değil de, “yaşanacakları görmek için hazır olun” der gibiydi!
Tiyatroda insansız mekân/mekânsız insan düşünülemeyeceğine göre; sahnede anlatılacak bir hikâye de bunlarsız olamazdı elbette.
Bunun ne/nasıl olacağı kadar, nasıl yaşatılıp yansıtılacağı da önemlidir elbette.
Unutmayalım ki; iyi bir oyunu belleklere kazıyan yalnızca anlatılan hikâye/si değildir; aslolanı o “oyun”u sahneye taşıyan kişi/ler, karakter/ler/dir.
Tiyatro oyununun asıl gücü de buradadır bence.
Bir tiyatro/oyun izleyicisi olarak ilkten gözüme ilişen sahne tasarımı/ışık/renk/müzik, o “ev hali”ndeki nesneler/objeler birazdan karşımıza çıkacak “insan”ın hayatına dair bir şeyler anlatıyordu , evet. Ama “insan” olmayınca o “dolu alan” sessiz/ıssız bir görüntüydü.
Anlatılacak öyküyü tümleyen insan/oyuncu daha ilk adımında hikâyesine dair bir şeyler anlatıyordu size.
Açılan kapıdan elleri dolu, bir telaşla içeri giren genç kadının evin içine taşıdığı hava, onun devinimi bir ânda o alanı capcanlı kılıyordu.
Daha nefes almadan Kyra’nın karşısına çalkapı çıkıp gelen genç adam (Edward), öykünün biraz da olsa ipuçlarını veriyordu.
Bir zaman sonra onu uğurlayan genç kadının ikinci konuğu, açılan pencereden kimin olduğuna bakılarak, eve girmesine onay verilen Tom’dur. Tom, Kyra’nın işadamı eski sevgilisi, Edward’ın da babasıdır.
Kyra’nın evdeki bir başınalığı, bir adım sonra Tom’la başka bir seyre yönelir.
Oyunun/hikâyenin anlamı ve oyuncunun gücü de işte bu aşamadan sonra ortaya çıkar.
Oyuncunun gücü
Esra Bezen Bilgin, büründüğü yalnız/buruk, ama yeni hayatının “mutlu kahraman”ı olan Kyra karakterini çizerken, usta işi bir oyunculuk sergiliyor.
Öyle ki; hem anlatılan hikâyenin başat kahramanı olarak o genç kadının ruhunu/eylemini sahnede yaşatması, hem de karşısındaki Tom karakterinin hezeyan ve baskın kişiliğiyle baş edebilmesi açısından önemlidir bu oyunculuk gücü.
Tom’a, artık bürünen demeliyim; onu yaşayan/yaşatan Haluk Bilginer’in hikâyeyi bir elma soyarcasına ince çizgilerle adım adım soyması, karşısındaki Kyra’yı/Esra Bezen Bilgin’i atak kılması alkışlanacak bir ustalık örneğiydi doğrusu.
İyi bir oyuncu, tıpkı “iyi yazar” gibi; öğrettiği kadar öğrenendir de. Bilginer’in sahnedeki oyun gücünde bunu anlamanız mümkün. Çizdiği karakterdeki taşıyıcı unsurları bir ruh hali olarak vermesi, yani benleşme durumu oyunu oynanan/izlenen değil yaşanan kılıyor.
Kuşkusuz sahnede oyun (yazarca) düzenlenen bir zaman içinde geçer. Ama bunu gerçekleştirmede oyuncunun gücü her dem önemlidir. Öyle ki, dikkat çekilen şeylerin ne olduğunun taşıyıcısı oyuncudur ve söze anlam katan da odur. Artık bürünerek yansıtmak yerine “olmak”tan yanadır onun bütün varlığı.
Bu nedenledir ki; yönetmeni, yorumcu/düzenleyici, oyuncuyu taşıyıcı/anlam kılıcı görmek gerekir tiyatroda.
Benlik durumunu yansıtan
İzleyen olarak, bir ânda, o tiyatro sahnesini biçimleyen mekânın yeni bir dile büründüğünü hissediyordunuz o dengeli oyunculuk ritmiyle.
Bilginer, bir ânda, oyunun ruhunu ortaya koyarken; Bilgin’in bütün o çatışma odaklarının trüklerini yansıtan, sahnedeki duruşu/eylemiyle bütünlük sağlar.
Oyun ve oyunculuk, izleyenine üçlü bir bakış açısı kazandırır, bence:
- Hikâye>anlatılan-gönderilen
- Oyun/culuk>yansıtılan/yaşatılan-gösteren
- Sahne>nesneleşen/tümleten-gösterilen
Bu aynı zamanda görme/anlama eğitimi, yorumsama bilgisini edinme yoludur da.
Haluk Bilginer, bir oyuncu olarak anlatılan hikâyenin ruhunu kendi varoluş gerçekliğiyle (bakışı/sesi/beden dili/ruh hali, vb.) öylesine tümleyerek yansıtıyor ki; karşımızdaki Tom/Haluk ikileminin tek bedende birleştiğini görürüz.
Galiba oyunculukta ustalık dediğimiz de bu olsa gerek. Yeni bir benlikte var olmak ötesi bir gerçekliktir bu.
Haluk Bilginer, bir oyuncu olarak, kendini izleterek oyunculuk eğitimi veren biridir benim gözümde.
Bilmeden, çalışmadan asla
Bilginer’le oyun sonrası tiyatronun antre cafesinde oyun, David Hare, hayat ve tiyatro, ülkenin gündemi üzerine konuşuyoruz.
Etkilenmeyen etkileyemez düşüncemi yineliyorum ona.
Oyunu seçmesi, yeniden çevirerek, her sözcüğün, tümcenin oyuncunun dilinde nasıl bükümleneceğini düşünüp buna göre bir söyleyişi yakalamak istemesi onun sahnedeki oyun/cu/nun gücünü nereden geçtiğini bilmesinden kaynaklanıyor.
Bilginer, kendi oyunculuğuna da dışarıdan bakan bir göz. Gene de, “Pencere”yi dıştan bir bakışla sahneye taşımak istemesini bu konuşmamızda daha iyi anlıyordum.
Birkan Uz, oyunun yönetmeni. Sahne tasarımı ve müzik, ışık her şeyiyle oyunun ruhunu o “boş alan”da bir ânda anlatılan öykünün bir parçasına dönüştürüyor.
Kuşkusuz oyunculuk tiyatronun ana enstrümanı. Haluk Bilginer’i sahnede izlerken bunun da ne menem tutkulu bir uğraş olduğunu daha iyi anlıyorsunuz.
Daha çok alkış için daha çok çalışmanın kaçınılmazlığını da bize anlatıyordu üstelik o.
Oyun Atölyesi’nin antresindeki yüzlere bakınca, Bilginer’le konuşmak için bekleyen tiyatro öğrencilerinin gülümseyen heyecanlarını görünce bunun nasıl bir yolculuk olduğunu hissedebiliyordunuz.
Bizse, Haluk Bilginer’le, onun oyunculuk serüvenine buradan başlayarak yol alacaktık sanki! Çünkü, ondaki dünyayı kavrayış bilinci, sanatı anlama/yorumlama bakışı/birikimi, sanata yaptığı katkı/ “yatırım” insana dönük bir vicdan duygusunun nişanesiydi.
Günümüzde böylesi oyuncunun çok az olduğunu, hatta yetişemediğini biliyorduk artık.
Ama ben size, “Pencere” oyunundan da söz etmeyi sürdüreceğim sevgili okurum. Oyun yazarının günümüzde nelerden söz etmesi, insana dair neleri anlatması gerektiğinden bir de…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (31 Ocak 2017)