Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz”

Eylül 9, 2024

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz”

Söyleşi: Ahmet Karadağ

Handan Kılıç’la bir yazar söyleşisinde tanışmış, ancak uzun yıllardır yazan birinin yazdıklarından habersiz olduğumdan dolayı mahcup olmuştum. Bu nedenle yazar kimliği yanında hukukçu kimliği de olan Handan Kılıç’ın geçtiğimiz ay çıkan ikinci romanı Dipsiz Göl’ü vakit kaybetmeden okudum ve gerçekten geç okuduğum için üzüldüm. Kendisini, yazın dünyasını ve yazma süreçlerini daha iyi tanıma adına bir söyleşi yapmanın önce kendim sonra da okurları ve onu tanımayan diğer okurlar için iyi olacağını düşündüm. Bir söyleşi yapalım teklifimi kendisine ilettiğimde de kabul etmesi beni sevindirdi. Sonuçta aşağıdaki söyleşi ortaya çıktı.

Handan Hanım, yazar kimliğiniz yanında hukukçu kimliğiniz de var. Farklı birkaç söyleşinizde de okuduğum kadarıyla aslında yazarlığınız hukukçuluğunuzdan önce gelmekteymiş. Çok küçük yaşlarda yazıya yönelmişsiniz. Mühendis bir babanın kızı, kardeşlerinin tamamı sayısalcı olan birisi için hem yazma eylemini hem hukukçuluğunuzu düşündüğümüzde sosyal bilimlere ve sanata yönelmeniz aile geleneğinizden sapma gibi görünüyor.  Hem sizi daha iyi tanıma hem de yazma süreçlerinizi anlama adına biraz kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba Ahmet Bey. Öncelikle bu söyleşi için teşekkür ediyorum. Handan Kılıç evlat, anne, eş, yazar, hukukçu. Bu sıfatların hiçbiri kolay bir yaşantı barındırmıyor ama sanırım yazarlığıma katkı sağlıyor. Bu nedenle ilk defa biraz detaylı anlatmak istiyorum. X profilimde okur, yazar, güler geçer yazıyor. Okuyorum, yazıyorum ama artık eskisi kadar kolay gülüp geçemiyorum.

İzmir’de doğdum. Ailemde iki tarafta da göç hikâyesi var. Sanırım bu yüzden içimde hep gitmek arzusuyla beraber vardığım yere yerleşememek ve ruhen aidiyetsizlik hissi baskın. Oysa ailem Bornova’da doksan yıldır aynı yerde oturuyor. Ve içlerinde yerleşmek, kök salmak duygusu o kadar baskın ki asla hiçbir aile ferdinin mahalleden dahi ayrılmasını istemezlerdi. Ama hayat işte, şimdi hepimiz gurbetteyiz.

İlkokulu ve ortaokulu mahallemizde okudum, iyi bir öğrenciydim. İzmir Amerikan Kolejini kazanmıştım, ailemin bu okula gönderecek durumu da vardı ancak babam sınava seviyemi görmek için soktuğunu, yabancı bir kültürle büyümemi istemediğini söyleyip iki yüz metre ilerimizdeki kız meslek lisesine kaydettirdi. Babam TÜBİTAK ödülleri olan bir mühendis olsa da kızlarının her işi bilmesi gerektiğini düşündüğünden akademik başarıdan ziyade hayata dair mesleklerin öğretildiği bu okulu seçti.

Meslek lisesini istemesem de gittim. Geriye dönüp bakınca anlıyorum ki, olmak istemediğim yerde, ilk Türkçe kompozisyon dersinde beni keşfeden hocam ve yazmak bana teselli olmuş. Yarışmalarda derece almak moral vermiş ve yazar olma fikrini içime düşürmüş. Ama tabi normal müfredatın yanında turşu kurmaktan örgüye, dikişten ev ekonomisine, gıda teknolojisinden yemek yapımına, çocuk gelişiminden kreş oyunlarına varan kapsamlı ve tam gün eğitimle epey vaktim geçti.

Liseden sonra Hukuk Fakültesini kazandım. Hukuk öğrencisiyken pek yazmadım ama okudum. Dersler ağırdı her zaman okula devam eden çalışkan bir öğrenciydim. Yirmi bir yaşında mezun olduğum gün avukatlık stajımı başlattım, yirmi iki yaşında da avukattım. Yirmi üç yaşında meslektaşım olan eşimle tanışıp dört ay içinde evlendim. İlk evlilik yıldönümümüzde oğlum kırk altı günlüktü. Hamilelikle birlikte beş yıl çalışmadım.

Kariyerimi inşa edeceğim dönemde çocuk sahibi olmak hayatımda büyük kırılma yaratan bir karardı. Aynı zamanda kadınlara yüklenen misyonların ağırlığını çocukluktan beri üç kızın en büyüğü olarak evde, okulda, toplumsal düzende taşıyor olsam da ailemden hiç kimsenin yakınımda olmadığı, bütün arkadaşlarımın harıl harıl meslek sınavlarına çalıştığı, eşimin hem işte çalışıp hem yüksek lisans yaptığı, dil kursuna gittiği dönemde ben hiç bilmediğim bir işi anneliği öğreniyordum. Oğlum iki yaşındayken şehre indiğimiz bir gün gördüğüm ilana gönderdiğim eski ve üzerine hiç çalışılmamış bir yazıyla Ankara’da üç bin kişinin başvurduğu yarışmada deneme dalında ödül almak bana yine yazıya dönmem gerektiğini hatırlattı ama bu küçük bir çocukla kolay değildi. 

Yıllarca hiç kimseden yardım almadan yemeğimden, çocuk bakımına, turşumdan, kışlık domatesime kendim yaparak, böylece ortaokul bilgilerimi hayata geçirerek, beraberinde işe giderek, geceleri okuyup yazarak, genelde üç beş saat uykuyla yaşadım. Ama bugünden bakınca iyi ki dediğim bir unvan. Keşke daha çok bu hitabı duysaydım ama bir beş yıl daha evde oturmayı göze alamadım, o yüzden tek evladım var.

Oğlum sekiz yaşındayken artık babasıyla gezer, maça gider hale gelince özgürleştim. İstanbul’da bulduğum bir kitap kulübüne on üç ay süreyle, Ankara’dan ayda üç gün giderek katıldım. Böylece tekrar yoğun okuyup blog yazmaya başladım. Bazı edebiyat kurslarına katıldım. Son romanımın taslağını da 2014 yılında Tayfa Kitap Kafede, Emrah Polat hocamın kursunda çıkarmıştım. Ancak yazmak uzun ve büyük bir yolculuk. 2024 yılında okurla buluştu. Yoğun çalışma hayatı yazıya fırsat vermiyor.                  

Uzun yıllardır farklı mecralarda yazıyorsunuz. İlk romanınız Çam Ağacının Gölgesinde 2022 yılında, Dipsiz Göl ise geçen ay yayımlandı. Daha önce blog ya da deneme yazarken ardından romana yöneldiniz. Bir söyleşide özellikle ilk romanınızın otobiyografik özellikler taşıdığınızdan hareketle sormak isterim, romana yönelme sebebiniz biraz daha yaşadıklarınızı ve kendinizi anlatma isteği miydi?

Kalbiyle yazan biri olduğumu düşünüyorum. O nedenle de insanların kalbine değiyor yazdıklarım. Hele de bazı konularda yazınca, misal aşktan bahsettiğimde benim de şöyle bir hikâyem var diyenlerle DM kutum dolar, çok şükür. Monolog değil diyalog sevdiğimden sanırım her anlattığım konudan sonra onlarca örnek döner bana. Okuru da her zaman yanıtlarım. İnsan hürmet edilesi bir varlıktır.

Bugüne kadar çok insan dinledim ve içimde artık kimin olduğunu bile unuttuğum yığınla hikâye var. Yazmak tek kurtuluşum, yazmak aşkım, vazgeçilmezim. Yayınlanmak nasip işi yazmaksa tercih.

Bu arada ilk romanım Çam Ağacının Gölgesinde ailemin doksan senedir macerasına gölgelik eden çam ağacıyla hasbihal edilerek, ben diliyle yazılmıştır. Otobiyografik kurgu denen bu türü denediğim kitap için annem amma uydurmuşsun dedi mesela. Bu benim için kıvançtı. Ben 2019 yılından beri aralıksız olarak bir yazı platformu üyesiyim. Burada neredeyse her gün çeşitli yazı çalışmalarımız oluyor. 2022 yılında yayınlanan ilk romana kadar kendi kendimize yaptığımız bu çalışmalarda kendimi yazdığım çok oldu. Sanırım artık yazıya büyük oranda sızışlarım bitmiştir. Bu tür yazıları formatı gereği blogda hala paylaşıyorum ama kitaplarımda kendimi ya da bire bir karşılaştığım bir kişiyi yazmıyorum. Karakterlerimin hepsi kendine hastır. Ama elbette hepsi benim kalemimden çıktığı için illaki benim renklerimden barındırır.      

Son romanınız Dipsiz Göl 2014-2016 yılları arasında geçiyor. Roman bir taraftan kendi kurgusu içinde ilerlerken bir yandan da o yıllarda ülkede patlayan bombalar, gar katliamı gibi yaşanan siyasi olaylar arka planda gündeme geliyor. Dipsiz Göl’ü yazma fikri nasıl doğdu, bu roman da ilk romanınız gibi otobiyografik unsurlar içeriyor mu?

Dipsiz Göl, yazdığım bir paragrafla başladı. Sonra roman atölyesine de gidince orada öğrendiklerimle geliştirdim. Bu arada yaşadığım şehirde bombalar patlıyordu. Yirmi yıldır kitapçı gezmek için dolaştığım ve çalıştığım Kızılay’a korkmadan gidemez olmuştuk. Maç sonrası patlayan bombada telefonlar kilitlenmiş eşime ve oğluma ulaşamamıştım. Gar sürekli geçtiğim yerlerdendi. Ve herkesi saran bir korku hali vardı. Bir de olanların acısı geçmeden yeni bir facia geliyordu.

Yoğun çalışıyordum ve o taslak öylece kaldı. İnsanların öldüğü yerde ben romanla mı uğraşacağım dedim, bıraktım. Zaten vaktim yoktu. Bilgisayardaki klasörü e-malime attım ve yıllar sonra artık işimin olmadığı, ölenlerin arttığı, her gün daha çok kişinin canının yandığı, ülkenin resmi olarak olağanüstü hâl ilanıyla yürürlükteki hukuk mevzuatının askıya alındığı günlerde hukuk adına bir şey yapmıyorken o taslağı hatırladım. Ve eşimin işi, oğlumun okulu sebebiyle uzakta benim de memleketimde yalnız olduğum bir dönemde oturdum başına. Bir gün kuzenim geldi, televizyon seyretmediğimden, internetim de olmadığından gündemden bahsetti. Bir sürü kötü haber, yanan canlar, sonuçsuz çırpınışlar vardı anlattıklarında. Sonra sen ne yapıyorsun dedi. Aşk romanı yazıyorum deyince, sana inanamıyorum diye kınadı. Bu ülkenin gündemi bitmez ve ben bunun dışında bir şeyler yapmak istiyorum dedim. Hayal dünyama sığındım. Altı aya yakın yazdım, karakterleri oturttum. Ve sonra “Yaşamak görevdir bu yangın yerinde/ Yaşamak, insan kalarak” diye diye hayatı yaşanılır kılan aşkla ağır gündemlerin tortusunu kaldırabileceğimi düşündüm.

Bir söyleşinizde Dipsiz Göl’ün belki altı yedi kitaplık bir roman serisinin ilki olduğunu ve devam romanlarını yazıyor olduğunuzdan bahsetmişsiniz. Nasıl bir planlama ve takvim düşünüyorsunuz.

Bu kitabı yazarken bir üçleme diye düşünmüştüm. Hatta serinin diğer kitaplarının isimleri de kitabın başında ve sonundaki yazıların içinde saklı. Bu kitabın ikinci bölümünde yeni karakterler de soktum ki ikinci cilde onların hikâyeleriyle devam edeyim. Ancak serinin her kitabının tek başına okunur olmasına da dikkat ettim.

Planlama işine gelince, benim ilk kitabım Akışına Bırak’tan sonra ikinci deneme kitabım hazırken, hatta kapak tasarımı bile yapılmışken Türkiye’nin öngörülmez halleri, sürekli devam eden ve giderek artan ekonomik kriz sebebiyle yayın dünyasının küçülmesi sonucu baskıya giremeden elimde kaldı. Sonra yayın imkânı olduğunda deneme yayınlamaktan vazgeçtim. Dergilerde bloglarda yazılan yazıları basılı kitap formatında hazırlayıp Google Play Kitaplar uygulaması içinden okunacak şekilde e-kitap yaptım. Ama o basılamayan kitaba hala sıra gelmedi. Artık kurguya yöneldim. Vaktim olduğu sürece de yazmaya, seriyi devam ettirmeye çalışacağım. Kayıp zamanın izindeyiz, Proust Usta’ya da selam etmek için yedilesem güzel olur. İnsanlar gibi kitapların da kaderi varmış. Plan yapmaktan çoktan vazgeçtim. Kitapların ve yazarlarının bahtı açık olsun dilerim.

Dipsiz Göl’ün ana kadın kahramanları şehirli, okumuş, kendi ayakları üstünde durabilen, mühendislik, doktorluk, öğretmenlik gibi mesleklere sahip kadınlar. Bu nedenle de kendi tercihlerini, kararlarını, yönelimlerini daha kolay gerçekleştirebiliyorlar. Ama buna rağmen mutsuzlar. Neden mutsuz kadınlarınız?

Kadınlarımın mutsuz olduğunu düşünmüyorum. Hayatın içinden karakterler. Romanda yakın Türkiye tarihi, insan ilişkilerinin hatta kentlerin değişimi de var. Sadece kadınlar mevzuu değil. Kitap çıkalı bir ay oldu ve onlarca kadından, damarlarımda dolaşmışsın, yorumunu aldım. İlk romanım Çam Ağacının Gölgesinde’nin ithafı “Güçlü olmayı öğrenen tüm kadınlara,” Dipsiz Göl’ün “İçindeki çocuğun neşesinden vazgeçmeyenlere.” şeklinde.

 “Kendi ayakları üzerinde duran, şehirli kadın” ne demek konusuna ilk sorunuzda cevap verdim bizzat da tecrübe ettim aslında. Yıllarca üç saatten fazla uyumayarak her yere, herkese yetiştim. Bu ülkenin bitmek bilmeyen gündemleri arasında adetleri, gelenek göreneklerini de yerine getirdim, hukuk gibi çok ağır bir mesleği de hakkıyla icra ettim. Ve yanında yazdım.

Bizim şehirli kadınlarımız çok küçük bir kesim hariç Sex and the City dizisinin kadınları değil ki! Kalabalık bir sülalenin bayram sofrasını kurup kaldıran hâkime hanımlardan, kocasının, erkek kardeşinin yanında ayakta bekleyen doçent hanımlardan, evlenene kadar ailesiyle yaşayan, boşansa söz olan, doğursa da doğurmasa da çevresine dert olan bir toplumda sözde kendi kararlarını veren kadınlardan oluşuyor. Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz. Karakterlerim de çıkış yolları arıyor kendine.

On günden fazladır aslında içten içe akıbetini bildiğimiz halde Narin’den mucizevi bir haber bekliyoruz mesela değil mi? Sadece kırsalda değil ki bu kıyımlar. Bu ülkede çok acı var. Kadınların kalbinin kırıldığını anlamaya sıra gelmiyor.

Birbirini tanımayan kaç tane ayrı kadın okur, Dipsiz Göl’ün karakterlerinden Kaan’ı kendi kocasına benzetti inanamazsınız. Bazıları şahsen tanıdığım ve ne kadar da eşine yardımcı, zarif insanlar dediğim kişilerdi. Ama eşleri onların nobranlığından bıkıp ailenin devamı için Esra gibi sustuğunu söylerken sevgi depolarının boş olduğu sinyalini veriyordu. Bu roman bu noktada bir hatırlatıcı olabilir. 

Romanda epey sayıda karakter ve onların ilişkileri de göze çarpıyor. Dış dünyada bombalar, korkular, yasaklar, iletişim usullerinde değişiklikler yaşanırken karakterlerin iç dünyasında da buna paralel inişli çıkışlı ruh halleri var. Bir şekilde eşleri tarafından ihmal edilmiş erkek ve kadınların girdiği arayışları, yaşadıkları yakınlaşmaları da görüyoruz. Ancak kahramanlarınızı aşkta sonuna kadar gitmekten alıkoyan, kırmızıçizgileri aşmaktan men eden şey ne? 

Evet romanda ismi olan on yedi karakter var. Bunların hikâyeleri sırası geldikçe açılıyor. Dışarıdan sağlam kaleler gibi duranların içerden yaşadığı yıkımlar, dış dünyada ellerinden kayıp giden hayatın da tetiklemesiyle kimi zaman görünür oluyor. Yıkıntılarını birbirine göstermekten çekinmez hale geldiklerinde de artık hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Bu konuda romandaki heyecan unsurlarının kaybolmaması için çok detay vermek istemiyorum.

Ayrıca söylediğim gibi okurlarla yakın temastayım, aynı beni, kalbimi anlatmışsın, nasıl bu kadar damarlarımda dolaştınız, erkekleri ve kadınları nasıl güzel anlatmışsın diyen onlarca kadına karşılık yeni çıkmış kitabımı bitiren ve bana görüşünü ileten iki erkekten (biri sizsiniz) bu soru geldi. Bu da sanırım “Erkekler marstan kadınlar venüsten” tezini ispatlıyor. Kadınlar süreç, erkekler içgüdüsel bir yönelimle sonuç odaklı oluyor. Ama dediğim gibi aşka, başlamaya, bitişe, sonuca ulaşmanın iki cinste manası farklı. Hem bu seri devam edecek. Hiç kimsenin de garantisi yok, hayattaki gibi.

Aslında bütün mesele Teoman’ın şarkısında söylediği gibi “birlikte ama yalnız iki yabancı” olmamak. Ayrı gezegenden gelen kadınların ve erkeklerin aşktan beklentileri üzerine düşünmeleri, birbirinin dilini öğrenmesi gerekiyor. Ama bu büyük bir lüks, her zamanki gibi Türkiye evlatlarına kendinden başka konularla ilgilenme fırsatı vermiyor. Bir demet gül bir çalışanın bir günlük kazancıyla alınamıyor. 

Bu kitabın basımı öncesi ilk okurlarından olan bir arkadaş, “heyecanla okudum iki arkadaşım altı yıldır aynı durumda ne ileri ne geri adım atabiliyor, acaba burada ne olacak diye meraklandım” dediğinde günümüz ilişkilerinin nabzını tutabildiğim için gülümsedim. Ayrıca kadınların illa biriyle olayım derdi yok bence. Görülmek, fark edilmek, anlaşılmak, dinlenilmek istiyorlar.

Bir de mutlu olmak için insanın kendine alan açması, kendini tanıması lazım. Kadınlar çocukları büyütüp okula yollayınca işleri de çok yorucu değilse otuzların ortalarına doğru biraz olsun kendini tanımaya yeteneklerini keşfetmeye başlıyor. Bazen aşk oluyor ruhundaki fazlalıkları atarken kullandığı neşter bazen bir hastalık. Ama o kırılma mutlaka yaşanıyor. Bu dönemeçte, hayatındaki sorunun ilişkisi olduğunu düşünenler son bir çaba gösterip olmazsa gönül rahatlığıyla yalnızlığın içine bırakıyor kendini. Öyle çok, ‘yok ilişki’ var ki, kadının artık ağzını açmadan sadece acı acı gülümsediği ve kendine yeni bir uğraş alanı bularak eşinin boş bıraktığı sevgi, ilgi deposunu kendi başına başardıklarıyla doldurduğu…

Bir de sanal dünyayla birçok nimete kavuştuk ama yıllarca baskılanmış toplumsal normlara sığmaya çalışmış nice insanın, yaşları da ilerlerken, “hayat elden gidiyor, gençler ne güzel özgür” diyerek yoğun bir var olma çabasına girdiklerini görüyoruz. Oysa her şey bir var bir yok. Gençler ise özgürlük adına bağ kurma yetisini yitirdiler. En çok yakındıkları konunun âşık olamamak, hazza dayalı, gelir geçer ilişkiler yaşamak olduğunu düşününce belli kırmızı çizgilerin olması gerektiğini anlıyoruz. O yüzden karakterlerim kırmızı çizgiler üzerinde sek sek oynasa da çizgiye basıp yanmamayı beceriyor diyebilirim.

İlk kitap yayımlamanın, çok ünlü bir yazar değilseniz ikinci ve üçüncü kitapları yayımlamanın çok zor olduğu bir yayıncılık ortamında biraz da romanınızın yayımlanma süreçlerinden bahseder misiniz.

Yaklaşık 2009 yılından beri yayın dünyasını takip ediyor, dergilerde yazıyor ve bu sektörün durumunu az çok biliyorum. Bundan on yıl önce büyük bir yayınevinin genel yayın yönetmeni söyleşisinde yılda ortalama iki bin beş yüz dosya başvurusunun kendilerine ulaştığını, her yıl beş tane yeni yazar yayınladıklarını, bunların da dört editörden geçince kendisine geldiğini, tam basacakken mevcut yazarlarından bir kaçının telefonla ricacı olup birilerini önerdiğini, onu kaybetmemek için isteğini yerine getirdiklerini ve böylece baş editöre kadar gelmeyi başarmış bu iyi kitabın diğer sene basılmak üzere plana alındığını ama bunun da garanti olmadığını itiraf ettiğinde alt metin olarak herkes kendi yolunu, arkasında duracak, yayınevlerine sözünü geçirecek yazar hocasını bulsun demişti.

Zaten yaratıcı yazarlık kursları böylece yayıldı. Ama bu sefer orada da bir rant olduğu fark edilince yazara neredeyse üçüncü baskıya kadar telif vermeyerek ve basım ücretlerini de yazardan talep ederek kurslarına gelen öğrencilerinin kitaplarını basmak için yayınevi kurma yoluna giden yazarlar oldu. Bir de günümüzde neredeyse bir kahve fiyatına satılan kitaplara pahalı diyenler kahveden olmasa da kitaplardan vazgeçti. Sektörde yayınevi sayısı arttığından pasta giderek küçüldü. Bu kaotik ortamda kaybolmamak için ben de daha önceki kitapta çalıştığım, baskı ve kapak kalitesi, mizanpajını beğendiğim yılların yayıncısı Armoni Yayınlarından kabul alınca bu meşakkatli süreci atlatmış oldum.  

İki tane roman yazmış bir yazar olarak aileniz tarafından artık bir yazar olarak görülüyor musunuz? Yoksa, eşinin Nilgün Marmara’ya “Şiir yazdığını bile bilmezdim. Bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler karalardı,” dediği gibi yakınlarınız da sizi bir kenarda bir şeyler karalayan birisi olarak mı görüyor? Birçok yazarın başına gelen en yakınları tarafından okunmamak lanetini siz de yaşıyor musunuz?

Sanırım ben bu açıdan şanslıyım. Tabi Nilgün Marmara yaşlarında ben de kıyıda köşede karalayan biriydim. Hatta evimde her akşam sanat çevrelerini ağırlayarak yalnızlıktan kurtulmuş, bir nevi kabul almış da değildim. Çoluk çocuk telaşıyla hayata tutundum. Ama artık yaş kemale erdi, sorumluluklarım azaldı. Zaman daha çok bana kaldı.

Babam, benim bir yazma evreni oluşturmamdan memnun olsa da hala yüzüme övmez. Gidip kitaplarımı alıp kızım yazdı diye arkadaşlarına verdiğini annem iletiyor. Memlekete geldiğimizde yeniden evin çocuğu olup yazmaya daha çok vakit buluyorum. Zaten bu iki kitabı da yüklerimi benden alan anneme ve eşime borçluyum. İlk romanım ailede herkes tarafından merakla okundu. Tabi bunda otobiyografik unsurları arama telaşı da vardı. Bu nedenle kitabın başına Alejandro Zambra’dan alıntı koydum: “Hiçbir kitapta olmamak en iyisi. Çünkü cümleler bizi korumak istemez.”

Yani çok şansız yazarlardan değilim. “Neredesin ey okur!” serzenişlerine arada girsem de Oğuz Atay gibi ustaların alamadığı o cevapları sanal dünya üzerinde en hızlı şekilde almaktan ve okurla bire bir diyalog kurabildiğim için mutluyum. 

İçtenlikli cevaplarınız için çok teşekkür ederim.

Ben de bu imkânı verdiğiniz, uzun uzun verdiğim cevapları okura ulaştırdığınız için size ve bu satıra kadar gelen okurlara teşekkür ederim.   

edebiyathaber.net (9 Eylül 2024)

Yorum yapın