Bir yürek kaça bölünebilir bir başka yüreğin acısından? Bu sorunun yanıtını mı arıyordum bilmiyorum… Ama geçen gün elim kitaplığıma gittiğinde, aklımda bin küsur kitap arasında Erdal Öz’ün Yaralısın romanını bulma düşüncesi vardı. Kentsel dönüşümle arsası değerli yaşlı apartmanların ötenazisine karar verildiğinden beri, Kozyatağı’ndaki kira evinin kırk yıllık tabanı daha çok çatırdıyor ben kitaplığa yeni kitaplar koydukça. Ve taşındığında aynı semtte aynı yaştaki bir evin kirası iki katı, odalarıysa daha küçük olduğundan, bunca kitabı sığıştıramamanın üzüntüsünü ev halkına vermeyeyim diye daha az okuyorum… Yeni kitapları daha az koyuyorum kitaplığa… Bundan mıdır bilmem, bir süredir eski kitapların düşkünü oldum… Belki de o kitapları, onları tekrar okuma listeme aldığım 2015’te hem bulup hem yitirdiğim sevgili ve dostu hiç unutmamak için okumak istiyorum… Bir nevi kişisel bir unutmama töreni. Lakin güçlü bir hafıza insana verilmiş en büyük ceza iken ne gerek var böyle bir edebi törene… Demek ki, bazı soruların yanıtı verilemiyormuş…
İşte o gün elimi kitaplığa uzattığımda, bir yüksek gerilim hattına dokunmuşum gibi sağ elimin yüzük parmağı tıbbi adıyla fasciculation’a uğradı ve elim, kolum, omzum bu vahşi seğirmeyle birlikte henüz tıbbi adını bilmediğim bir yabancı bir ağrıya tutuldu. Tabii sol kolum da heyecandan yapılma bir cereyana kapıldı… Kozmik şakalar böyledir: Tam yerinde ve tam zamanında olur. Ama sen gülmezsin… 12 Mart darbesiyle 1971’de, 72’de, 73’te… Takvimler zulümlere uzarken… Zindanlara alınanlar, parmaklarından çıplak bakır kablolarla aslında şehir aydınlatsın, hatta radyolarda çalan aşk şarkıları kalbi kırıkları ağlatsın diye üretilmiş elektriğe bağlandı. Ve insanın iletkenliği basit bir fizik kuralından çıkıp, acılı bir işkenceye dönüştü. O an düşündüm: Yaralısın ismi beni çağırdığı ve Yaşar Kemal önsözünü yazdığı için bu romanı okumak istemişken… Doğru ya Yaşar abi de 2015’in 28 Şubat’ında göçüp gitti. Yılın bu ilk kaybı son olmayacakmış, bu en edebi işaretmiş de ben anlamamışım meğer… Şimdi o çarpılmayla, psikolojik bir elektrik işkencesinden geçiyordum kitaplığımın önünde, gözüm hala Yaralısın’ı ararken. Üstelik gerçekten birkaç gerçek cereyana kapıldığımdan, elektrikten de beter bir akımın, parçalandığı için kaçak yapan yüreğimden vücuduma yayıldığını duyuyordum. Gönül telim dahil her yanım titredi. Dengem bozuldu. Aklımı kaçırdığım fikrine kapıldım.
Tüm bunlar narkozsuz ameliyat olmaya benziyor. Her şeyi duyuyorsun, her şeyin farkındasın. Ve farkında olmak, gözkapağı olmadan yaşamak demek: İstemediğin şeyleri görmeme şansın yok. Her şeyi görmeye, dahası anlamaya yazgılısın… Ama senin anlayanın yok… Son iki yılda yüzümü ve yüreğimi, ruhumu, benliğimi, varlığımı, gülüşümü ve hüznümü… Ama en çok da umudumu kırık dökük görmeye alışkın çevrem… Bazen yalancı inmelere tutulmuş ve bir köşede uyuşmuş vücudunda can var mı diye varlığından kopup gitmiş parçamı ısırır ya da tokatlarken… Çokça da bu halin üstüne eklenince pek çok şeyi taşırdığından yerinden oynayamadığın bir kıpırtısızlıkta buldular beni. Kitaplığımı yayınevi bazen de yazarın tüm yapıtlarına göre o an nasıl estiyse bir listeye ayırdığımdan…
Can Yayınları rafında bir türlü Erdal Öz’ün Yaralısın romanının bulamaz ve tir tir titreyip, ağrıyıp, biraz da uyuşurken… O an, bir kez daha bu vaziyette kimseye yakalanmamak için, yorulmuşum da dinleniyormuşum gibi yatağımın kıyısına oturdum. Sanki daha dikkatli bakarsam görebilecekmişim gibi de son bir gayretle kitaplıkta Yaralısın’ı aradım. Bir müddet sarsılmaktan dikkatimi kitaplara veremeyince, “Sen, kendin yaralısın oğlum. Boşver romanı…” dedim…
Sen kimi seçerdin
Kozmik şakalar yıldırımlar gibidir. Aynı yere asla iki kez düşmezler. Benim hayatım hariç. İlk şokun akşamı kitaplığımın önünde yine hafiften çarpılır fakat benliğimi sarsmadan dururken, yazan hemen herkesin pek çok kez başına geldiğinden artık önemsemediği bir durumu yaşadım: “Bir okurun o an en çok ihtiyacı olduğu roman kahramanını seçmesini isteseler, kimi seçerdi sorusunun yanıtını yazmalıyım” dedim. O sırada, Yaralısın’ın yerini nihayet buldum ya bu kez de okumayı Behçet Necatigil’in Sevgilerde şiirindeki
“Siz geniş zamanlar umuyordunuz.
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek” dizesindeki gibi sonraya bıraktım…
Mademki bir roman kahramanı yanımda olsa o an kimi isteyeceğimi düşünüyordum, raflarda Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşleri’ni aradım. Bulmam zor olmadı. 1940 basımı en eski kitabımı hemencecik gördüm. Ve karşı konulmaz bir istekle Agrafena Aleksandrovna Svetlova ile konuşmak… Hadi itiraf edeyim, sarılıp, ağlamak istedim. Kötülerin kötüsü, en utanmaz baba Fyodor ile delikanlı ve ateşli oğul Dimitri Karamazov’u birbirine düşürdüğü için edebiyat tarihinde pekiyi bir şöhreti olmasa da, bu 22 yaşındaki civelek kadını her zaman sevmişimdir. Çünkü Agrafena Aleksandrovna Svetlova’nın daima yanlış anlaşıldığını düşünürüm. Onun istediği, zengin ve rahat bir yaşamı kim sağlayacaksa, hiçbir ahlaki değeri dikkate almadan ve insanların yüreğini yakarak onunla olmak değildi. Tam aksine sevilmek ve daha çok sevilmekti. Lakin insanın adı bir kez çıkmaya görsün… Dostoyevski, bu çok ama çok güzel genç kadını kendi güzelliğinin kurbanı haline getirdi. Ve ben, Dostoyevski’nin hatasının ki ne şahane bir hatadır bu, en güçlü edebi kadın karakterlerden biridir Agafena… Ve ben, Dostoyevski’nin bu hatasını telafi etmeye çalışıyormuşum gibi, tüm güzel ve de güzelliği denli acı çekmiş kadınları, Agafena Aleksandrovna’ya benzetirim. Onlar da maalesef hep yanlış anlaşılırlar…
Ve diğer kadınlar
Bu duyarlılık ve aydınlanmayla o an, beni en içten anlayabilecek roman karakterinin Agafena olduğunu düşündüm… Aslında benim bir roman kadın karakterine sarılma ve onunla ağlama ihtiyacım varsa, bunun pekala Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına romanındaki Günsel olması gerekir. Evli Kemal ile aşk yaşayan üniversiteli Günsel’in hem doğallığı hem de içtenliği, onun duru güzelliğinden bile daha çok çarparken beni, neden Günsel gelmedi aklıma? Oysaki Günsel’i her zaman çok ama çok sevmişimdir… Türk edebiyatındaki en güzel aşık kadınlardan biridir. Bu güzellik de onun fiziğinden çok ruhunun güzelliğinden gelir ama Günsel maalesef herkesten çok unutuldu. Hem öyle bir unutuldu ki, artık hiçbir kadın Günsel olmak istemiyor… Ne yazık… Ona bakarsak hiçbir kadın John Fowles’in Fransız Teğmenin Karısı yani Fransız teğmenin yosması Sarah da olmak istemiyor. Bu da çok yazık… O esmer güzeli kadının, söz konusu sevmek olduğunda ödemek zorunda kaldığı bedel ve toplum baskısı karşısındaki duruşu çok etkileyicidir. Nedense de böyle kadınlar çok fazla sevilmez ve hatırlanmazlar. Oysa ben ara sıra Sarah’ı düşünürüm… Bir de Paul Auster’in Görünmeyen romanındaki Margot’u aklımdan geçiririm. Bu fazla güzel ve fazla tekinsiz Amerikalı’nın aslında doğru işaretleri aldığında o kadar da yaramaz bir kız olmayacağını bilirim…
Neden kimse yazmıyor
Bir okurun o an en çok ihtiyacı olduğu roman kahramanını seçmesini isteseler demiştim. Birçok kadın karakteri seçtim. Hem de bir vakitler okurları tarafından sevilmiş ama şimdi Türkiye’de bir okuma çılgınlığının seliyle Kürk Mantolu Madonna’daki Maria Puder’e yeğlenmiş kadınlar… Türkiye’de bir tek orta sınıf roman okuyor. Ama maalesef onlar da Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı yazmasına sebep ve orada eleştirdiği bir okur tipine dönüşüyor. Okumaları gereken pek çok romanı okumuyor, kulaktan dolma bilgilerle edebi kültüre ulaşıyor. Popüler olduğunda, çok ısıtıldığı vakit kimsenin kolay fark etmediği bir şekilde insanı zehirleyen yiyeceklere benzeyen romanlar hapur hapur tüketiliyor. Kimse çıkıp da benimle birlikte bir okurun o an en çok ihtiyacı olduğu roman kahramanını seçmesi gerekse ne yapacağına dair bir akıl yürütecek kadar bile edebiyatı düşünmüyor. Kenzaburo Oe’nin Kişisel Bir Sorun romanında, kocaman bir beyin tümörüyle doğan bebeğini hastanede bırakıp, serseri günlerinin izlerini süren öğretmen Bird’e ihtiyacı olduğunu kimse söylemiyor, yazmıyor. Yahut Metin Kaçan’ın Ağır Roman’ındaki Arap Sado’su ile Kasımpaşa’da bir öğle üzeri turuna çıkıp da, oto tamirhanelerinin ikinci hatta üçüncü kez demini almış bayat çayından beraber içerken, semtte marizlenen eski kabadayıların hikayesini dinlemeye ihtiyacı olduğunu kimse dile getirmiyor… Kazıyınca çıkıyor altından, insanın o an en çok ihtiyacı olduğu roman kahramanının kim olduğu. Kim bilir belki birçokları Yusuf Atılgan’ın Ana Yurt Oteli’nde Zebercet ile oturup bıyığı var mı yok mu diye konuşmak istiyor. Veya Kafka’nın Dönüşüm’ünde Gregor Samsa gözünü ilk açtığında odada bulunup “Böcek olmak nasıl bir duygu” diye daha bu değişimin farkına varamamış kahramanı şaşırtmak istiyor. Ama bunları kimse söylemiyor… Genelde herkes susuyor.
Oysa sadece aşk acıları hakkında susun. Hem de Araf’ta kalmış, sapma sevgilerin hiç sapmadan doğrudan kalp kıran ve artık derin yaraları geçmiş zaman kiplerinden yapılma bir iplikle dikilip, kendi cilt yaralarınla birlikte saklanan dostluk acıları hakkında susun. Bakın ben konuşuyor muyum? Bakın ne diyor Şükrü Erbaş “Senin Korkularını Benim İnceliğimi” şiirinde:
“Ayrılık ne biliyor musun?
Ne araya yolların girmesi,
Ne kapanan kapılar,
Ne yıldız kayması gecede,
Ne ceplerde tren tarifesi,
Ne de turna katarı gökte.
İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!”
İçimi dökmekten vazgeçtim ben. Sadece boşluğa yazıyorum… Demiştim: Bir yürek kaça bölünebilir bir başka yüreğin acısından. Ve nasıl susar insanlar kendi yazmaya yazgılı yokluklarına… Nasıl susar herkese… Bunu işte kimse bilmiyor… Ya da sadece ben biliyorum… Galiba bir okurun o an en çok ihtiyacı olduğu roman kahramanı açık ara bir kadın… Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi’ndeki Tezel en çok ihtiyacımız olan roman kahramanı olabilir mi?
“İntihar etmeyeceksek içelim bari” demeyecek kim var, bu hayatın her türlü acısına karşı dirensin diye bu kozmoza yollanmış insan ırkından? Niye mi? İçki satışları roman satışlarından çok hâlâ… Ve intiharlar, ne şekilde gerçekleşirse gerçekleşsin hala hiç edebi değiller… Peki ya titremek? Onu da Ahmed Arif anlatsın:
“Seni, güzel eden, dost eden, dayanılmaz eden yine sen’sin.
Bunu da öğren.
Ve hiçbir kahraman, hiçbir aziz, hiçbir hergele, sana azap veremez!
Azabı, sen kendin icat ediyorsun.”
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (1 Mart 2017)