Tersi de olabilir, edebiyatın hapishaneyle bir derdi de olabilir. Bu gerekçeden dolayı hapishanede edebi bir damar olur her dönem. Dolayısıyla hapishane edebiyatın neresine düşer diye bir soru sorulursa tam kalbinin orta yerine düşer derim. Bunu şöyle gerekçelendiriyorum, hapse atılmış bir insan hayattan düşmüş demektir. Hani derler ya hapse düştü, aslında hapse düşmek hayattan düşmektir. Hayattan düşmenin kendisi son derece sert bir şeydir. Eğer iktidarlar bir insanı, özellikle muhaliflerini hayattan düşürmek için hapishanelere atıyorsa o zaman bir mahpus da hayata tutunmak için yazmalıdır. Hapishanede yazmayı ayakta kalmak, hayata yeniden tutunmak olarak tarif edebiliriz. Bir gün hayatla yeniden buluşmak için yazabiliriz. Yazarlığın teşviklerle, desteklerle olabilecek bir şey olduğuna inanmıyorum. Normalde dışarıda birisi ben yazar olmak istiyorum dediği zaman ona boş ver derim, başka işin mi yok, hatta elimizden geldiğince ona engel olmaya çalışsak fena olmaz. Çünkü eğer onda edebi damar var ise bütün kösteklere rağmen yazabilir. Yazmanın kendisi her şeye rağmen yazmaktır. Peki, Mahsus Mahal Dergisi mahpuslara neden destek oluyor? Evet, destek oluyor, çünkü hapishaneden konuşuyoruz. Birilerinin onlara kitap göndermesi lazım, birilerinin onların yazılarını yayınlaması gerekiyor. Dışarıdaki insan yazdığı metni alır, bir dergiye verir, bir gazeteye verebilir. Mahpusun öyle bir şansı yoktur. Bunun için de Mahsus Mahal içerdeki mahpuslar için bir şeyler yapmaktadır. Şiir yazan öykü yazan bir mahpus ne yazdığını, yazdığı şeyin şiir olup olmadığını merak ediyor.
Yazan mahpus özgürdür
Zaman zaman düşündüğüm oluyor; acaba bir mahpusa yazı yazdıran nedir? Yazmak eylemi, sözü olanların uğraşıdır, sözü olup da söyleyemeyenlerin. Bu yüzden bir mahpusun her daim söyleyecek sözü bulunur her zaman. Hapishaneler mekân olarak normal yerler değildir; insanın, hayatın içinden kopartılıp konulduğu kötü yerlerdir. Her mahpus önce ele geçirilir, sonra da içeri alınır. (Ele geçirilme ve içeri alınma süreçleri başlı başına ayrı bir konu olarak da ele alınabilir) İçeri alınan bir mahpus önce hiç olur, dışarıya ait bütün bağları kopartılır. Sonra da içlenme süreci başlar. İşte hapiste yazan her mahpusun anlatmak istediği şey, kimselerle paylaşamadığı, kendine konuştuğu içlenmeleridir.
Kaldığım hapishanelerde eli kalem tutanlar, daha çok bağımsız kalan mahpuslardı. Şiir ve öykü yazanlar ürünlerini dışarıdaki edebiyat dergilerine gönderiyorlardı. Bağımsızlarda yazı yazanların çok olması, yazı sanatını doğrulayan bir gelişme oldu. Çünkü yazmanın her türü, yürekli, özgür bir kafayı zorunlu kılar. Yazan mahpus içeride bile olsa her zaman özgürdür.
Hapishane günlüğümün birinde “Hapishanede en büyük özgürlük yazmaktır” gibi bir laf etmişim. Sonra düşündüm, acaba fazla mı abartmışım yazma işini, diye. Ama başka türlü tarif edemedim. Çünkü yazma eylemi önce özgür bir kafa gerektiriyor. Bizim gibi yapılarda ise bu kafaların sayısı çok değil. Zaman zaman tartıştığım arkadaşlara neden yazmadıklarını sorduğumda, “Yazdın mı doğruyu yazacaksın, o da burada zor” diyenler oldu. Yazmak istedikleri doğrular, o gün orada yaşadıklarını yalanlayacak, belki de birçoğu bu yüzden yazıdan uzak duruyordu.
Bugün son 30 yılda yazıp çizenlere baktığımızda, büyük çoğunluğunun örgütsel yapıların dışında duran bağımsız kişiler olduklarını anlıyoruz. 10 yıllık hapishane deneyimimde gördüğüm şey, şiir ve öykü yazanların büyük çoğunluğu bağımsız kalan insanlardı. Marx; “Özgür düşünebilmenin yegâne şartı bağımsız olmaktır” diyordu. “Bağımsız olamayanlar, özgür düşünceyi geliştiremezler” sözünü çok anlamlı bulurum. Zor bir şeydir ama tadına varıldı mı da asla vazgeçilemeyecek bir şeydir. İnsanın kendi olabilmesi denilen şey de bağımsız olabilmekle ilgili bir şey olsa gerektir.
Hapiste yazmak mektupla başlar…
Bir yazarın en kıymetli hazinesinin mektupları olduğuna inanırım. Mektupların her daim edebiyatın iyi bir yerinde demlendiğini yazarların anılarından okuyoruz. Birçok edebiyat metinlerinin mektuplardan beslendiğini dünya edebiyatına adını yazdırmış yazar metinlerinden öğreniyoruz. Dostoyevski’nin ilk romanı “İnsancıklar”ın mektuplardan yazılmış bir roman olduğunu hatırlatmış olalım. Bir mahpusun çoğunlukla yazmaya ilk önce mektuplardan başladığını da kendi mahpus deneyimlerinden biliyorum. Her mahpusun kendi kendine içlendiği ama adresine de gönderemediği mektupları vardır zulasında. Peki, mektup bir mahpusun neresine düşer? İyi yerine, tam kalbinin orta yerine. Mahpusu diri tutan, onu dışarıya yaklaştıran büyülü bir nesnedir mektup. On yıl mahpus kalıp da bir tek mektup almayan mahpuslar tanıdım içerde. Son yıllarda bunların sayısının çoğaldığını öğrendim. Mektupsuz mahpus şimdi dışarıya daha uzak.
Bana içeriden yazılıp gönderilen mektupları okuduğumda, her defasında eski mahpus halimi gördüm. Yıllar önce yazıp aynı adrese gönderdiğim mektupla karşılaştırıyorum. İçerisinin aynı heveskârlığı dışarının aynı aymazlığı sürüp gidiyor. Mahpuslardaki yazma isteğini gördükçe heyecanlanıp dergiyi on gün-on beş gün önce çıkardığımız günleri hatırlıyorum. Elimizden ancak bu geliyordu. Dışarıdaki yayıncı mahpus yazarın dosyasını yayınlar ya da yayımlamaz, bu inisiyatif tamamen onlara aittir. Ama içerde yazanın bin bir sıkıntıya rağmen ulaştırdığı dosya hakkında iki cümle de olsa bilgilendirmek sorumluluğu olmalıdır. Cevapsız bırakılan her mahpus günün birinde dışarı çıkabilir ve karşılaşabilirsiniz. Hiç olmazsa birbirimize bakacak yüzümüz olsun.
İçerden yazan heveskâr mahpusa diyeceğim ya da hatırlatacağım şey şu; yazmak ve yayınlatmak denilen süreç böyle bir şeydir zaten, bütün sansürlere direnmek ve her şeye rağmen yazmak!
Aslında dışarıdaki yayın dünyasının içerde yazana duyarsız kalması edebiyata ve yazı sanatına o kadar çok yakışıyor ki…
Yazmanın ve yaratmanın sırrı burada gizlidir. Dışarının ilgisizliğini fazla dikkate almayın, hevesinizi kıracak şey dışarısı olmasın. Kelimenin en uzun ve en geniş anlamıyla tecrit unutturmak ise yazmak buna en güzel bir direniş biçimidir. Yaşlı dünyamız dijital bir biçim alınca, elle tutulup kalemle yazılmış mektuplar yavaş yavaş hayatımızdan çıkıyor. Sms, dijital posta ve internet ortamı hayatımızdan çıkardı mektuplaşmaları. Artık “Mektup” denilen şey dışarıda kırmızı zarf görünümünde resmi devlet kurumları arasında dolaşıyor. Postacıların yükleri her geçen gün biraz daha hafifliyor. Ama bu demek değildir ki mektup bekleyen yerlerimiz artık kalmadı. Mektup bekleyen bir yerimiz var hâlâ. Dışarının yarattığı içerisi. Yani hapishane. Yani oranın sakinleri mahpuslar. Son yıllarda dışarıdan mahpuslara yazanların azaldığını gelen mektuplardan okuyorum. Dışarıdaki yazarlar eğer kıymetini bilirse günlük yaşamından uçup giden mektupla buluşma şansı var hâlâ. Başkalarını bilmem ama kalemle yazılmayan mektup bilgisayar tuşları kadar mekanik geliyor bana.
Bir mahpusun günlüğü…
18 Eylül 1998 Bursa Cezaevi
Hapiste yazmak mektupla başlar ama günlük tutmakla da düz yazıya doğru yol alınır. Bunun bir adım ötesi bazen bir şiir, bazen öykü yazmak olur. Her mahpusun yazmayı düşündüğü bir hikayesi vardır mutlaka… Yaklaşık 20 yıl önce günlerden bir gün, kara kaplı defterim dediğim günlüğüme yazmışım bir şeyler, işte o günlüklerden bir günlük.
Bir yerde okumuştum, insan kendini aşmaya başlayınca yazmak istermiş. Günlüğümü yazmak için masa başına oturduğumda rahatlıyorum az da olsa. Meğer ne çok şey biriktirmişim içimde. Mahpusluk yıllarımda en güzel arkadaşlarım kitaplarım oldu. Koğuşta birlikte kaldığım insanlar çok okuduğum için eleştiriyorlar beni. Sosyal ilişkiden uzak kaldığımı söylüyorlar. Okumanın da bir sosyal ilişki olduğunu söyleyerek kendimi savunuyorum.
Kim ne derse desin, insan hiçbir zaman “çok” okumamıştır. İnsanlık tarihinde öyle çok şey yazılmış, çizilmiş ki, insan ne kadar çok okursa okusun, yine de az okumuştur. Okuyan insan bunu anlar. İnsan beyni değirmen taşı gibidir; ne atsan öğütür, en azından zihni şöyle bir karıştırır; almak istediğini alır, anlamadığını atar.
“Hapishanede okumak neye yarar” demeyeceksin. Ne zaman içimde boşluklar oluşsa bunu kitaplarla doldurmaya çalışıyorum. Yıllar önce Tolstoy’un romanları üzerine bir yazı okumuştum. Yazar, Tolstoy’u okuyan bir insanın başkalarına kötülük yapamayacağını söylüyordu. Sonraki yıllarda Tolstoy okuduğumda bu değerlendirmenin ezbere yapılmadığını anladım. Mesela Diriliş romanını okuyan insanlarda bir dönüşümün yaşandığını gözlemledim.
İnsan yıllarca arayıp da bulamadığı bir sorunun cevabını da kitaplarda bulabilir. Küçük yaşlardan beri kendime hep sormuşumdur, neden bunca acı, insan niçin acı çeker? Acılarla büyüdük, acılarla yaşıyoruz, diyordum. Yıllar sonra felsefe tarihinde Buda’nın düşüncelerini okurken, bu sorunun cevabını buldum. Bilge Buda şöyle diyor: “Bizi kendilerine bağlayan bütün nesneler acı vericidir. Acının kaynağı istektir, hiçbir şey istemezsek acı duymayız. (…) Acının yok edilmesi ancak her türlü istekten vazgeçmekle sağlanır.” Peki, insan isteksiz nasıl yaşar? Buda’nın düşüncelerini kabul ettiğimizde moral değerlerimizi, aşklarımızı, her türlü isteğimizi kaybediyoruz. Ama Buda’yı reddettiğimizde de acı çekiyoruz. Peki, yok mu bunun bir çıkar yolu? Ben, hem aşklarımı yaşamak istiyorum, hem de acı çekmek istemiyorum. İşte Buda gibi bilgelere göre üçüncü bir yol yok. Yaşarken, isteklerimiz var olduğu sürece acı çekmeye mahkûmuz.
Acılar üzerine konuşup yazarken, E. M. Cioran aklıma geliyor, “Bir inanç uğruna acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur” diyor. Şu mahpusluk yıllarımda buna pek çok kere tanıklık ettim. Bir mahpus sadece acılara mahkûm edilmez, aynı zamanda tanık da olur. Kara kaplı defterim işte bu acılı tanıklığı anlatır. Daha önceleri tarifi yapılmamış bir acıdan bahsediyorum.
Hapishaneler dar mekânlardır. İnsanın ulaşabileceği nesneler oldukça sınırlıdır, kişi başına üç metrekarelik bir alan düşer. Sınırlandırılmış bir alanda insan kendini istediği biçimde gerçekleştiremez. Sanki her şey bir kısır döngüden ibaret gibi, yıllardır bu kum üzerinde yaşıyorum ve kum üzerinde hiçbir şeyin yeşermeyeceğini biliyorum. Yazdığım her şey eksik, bitmemiş gibi geliyor bana. Yazıp bitirdiğimi sandığım konunun bitmediğini anlıyorum. Ne kadar çok şey yazsam, yine de bir şeyler eksik kalıyor. Yazdıklarıma son noktayı koymuyorum. Hayata duvarlarla çevrili bir avuç gökyüzünün aydınlığından bakabiliyorum ancak. Tabiri caizse kuyudaki kurbağa gibiyim… elim taşın altında kaldı her yanım acıyor.
Okuma ve yazmalarımda en büyük moral destekçilerim kitaplarım oluyor. Kitaplar en güzel arkadaşlarım benim. Hapishanedeki yalnızlığımın can yoldaşları. Okuyup yazdığım şeylerin burada bir karşılığı yok, böyle bir beklentim de olmadı. Bazen umutsuzluğa kapıldığım zamanlar olmuyor değil. Hapishanesi böyle olanın dışarısı başka olabilir mi? İçerisi dışarının bir sonucu değil mi? Burada bulunan bizler dışarıdan gelmedik mi? İçimin acıdığını hissettiğimde yeniden okumalarıma dönüyorum.
Biliyorum gerçek hayat dışarıda, bizim dışımızda devam ediyor. Bir mahpus, son sözünü söylemeden önce kapı aralığı genişliğinde yanılma payı bırakmalı her zaman. Kara kaplı defterime yazdığım her satırı bir an olsun bu gerçeği unutmadan yazıyorum. Günlüğümü karaladığım sırada birlikte kaldığım arkadaşım ne yazdığımı sordu, ben de “Biriktiriyorum” dedim. Sadece biriktiriyorum…
Aytekin Yılmaz – edebiyathaber.net (6 Eylül 2017)
Ne Tolstoy ne Dostoyevski: Tolstoyevski | Aytekin Yılmaz>>>
Yaratıcı yazarlık akademisi olarak hapishaneler | Aytekin Yılmaz>>>