Edebiyatın tarih ve ideolojiler üstü olduğunu savunan Harold Bloom’un eleştiriye kattıklarını tarih nasıl hatırlayacak? Onun başyapıtı sayabileceğimiz Etkilenme Endişesi, edebiyat eleştirisine kattığı yeni kavramlar ve Chealsea House’da editörü olduğu sayısız makale derlemesi karşısında şapkamızı çıkartıyoruz, Bloom’un edebiyat kuramına dair en kapsamlı eseri Batı Kanonu ise eleştiriye adanmış bir ağıt olarak kalacak gibi görünüyor bize.
Kanon fikrinin kökenleri bu ağıtın niteliğini kavramak için gerekli. İskender döneminde Homeros’u okumak isteyenler zamanla dilde oluşan değişiklikten ötürü kafa karışıklığı içindelerdi. Homeros’un kullandığı sözcükler -sözlü kültürde değişim çok hızlı olduğundan- Helenistik dönemin insanları için bir şey ifade etmiyordu. İlk hermenötikçiler okurla metin arasındaki bu tarihsel boşluğu kapatmaya çalıştılar. Onların Homeros yorumları daha çok yeni bir gramerle destanı yeniden yazmaya benziyordu. Burada ilginç olan değişen tarihsel koşullara karşı Homeros’un değerinden hiçbir şey yitirmemesi için bazı anlamsal sabitelerin kurulmasıdır. O güne kadar belki yüzlerce kez yazıya geçirilen İlyada ve Odysseia artık tekrar yazılamaz; yazım süreci bitmiştir. Homeros’un destanları kanonlaşmış, anlamsal olarak değişmez, evrensel bir kurallar bütününe tabii olmuştur (antik Yunan’da kanon “kural/yasa” anlamına geliyordu).
Aynı anlam dini kanonda da içerilir, İznik konsülünde toplanan dört incille Kitab-ı Mukaddes kanonlaşmıştır. Fakat burada ayrıca kanonik bir metin olarak İncil’in Hıristiyanlığın kurumsallaşmasında büyük rol oynadığını görürüz. Benzer şekilde, Bloom’un “batı kanonu” da onun edebiyatı kendi yasaları olan bir kurum olarak görmesinde yatar. Edebi kanon “ölçülemez olanın sınırlarını çizmek için bir ölçüdür” ona göre[1]. Bu sınırları çizecek olanlar edebiyata kaybettiği büyüsünü geri kazandıracak olan eleştirmendir. Peki kimdir bu?
Bloom edebiyatı eleştirmenlerinden kurtarmak ister. Onun edebiyat kuramını, karşısında olduğu Marksist ve post-yapısalcı eleştiriyle birlikte düşünmek gerekir. Edebiyatı tarihsel ve toplumsal durumların bir semptomu olarak gören okuma biçimine karşı Bloom edebiyatın özerkliğini savunuyordu. “Tek amacı şiiri tamamıyla ve bütün saflığıyla korumak olan inatçı bir direniş sergilenmesinde ısrar ediyorum”[2] der bu yüzden. Estetik haz, Romantiklerin keşfettiği gibi, bize kendimize nasıl katlanacağımızı öğretebilirdi ancak; “Hınç Ekolü” ismini verdiği Marksist, post-yapısalcı ve feminist eleştirmenler, “koyunlar gibi o yükseklerden aşağı inenler, edebiyatın burjuva sınıfının desteklediği bir mistifikasyon olduğu türküsünü çığırırlar” ona göre. O ise “büyük düşsel edebiyatın” anlaşılmasıyla ve dehanın gücüyle ilgileniyordu. Kendisinin de kabul ettiği gibi, Batı kanonu meselesinde dönüp dolaşıp “Shakespeare’in dehasının gizemi”ne gelir. Batı kanonunun merkezi olan Shakespeare’in Marksist eleştirmenlerin yaptığı gibi yaşadığı çağın, Reform dönemi İngiltere’sinin ürünü olduğunu söylemek onun dehasını tarihsel koşullara indirgemek demektir. Bloom’a göre deha toplumsal bir çıktı olmak şöyle dursun yaşadığı çağa meydan okur, yaratıcılık toplumsal koşullara tâbi değildir, doğası gereği biriciktir o.
Ne var ki, bugün edebiyat eleştirisini bugün romantiklerin deha kültüyle beraber düşünmenin bazı büyük açmazları var. Bloom’un ihtişamlı batı kanonunun yazar ve şairlerinin üzerinde aşılmaz bir metafizik kılıf vardır. Deha üzerine düşünmenin kötü yanı, hiçbir zaman tam bir kavrayışa imkan tanımamasıdır. Çünkü deha gösterdikleriyle değil gizledikleriyle deha olmuştur, onun anlattıkları her zaman yeniyse de ona dair söylenenler hep aynıdır. Anlaşılmayanın ve ifade edilemeyenin alanında dolaşırız böylece ve nihayetinde edebiyat eleştirisinin imkansızlığına varırız. Her şey radikal bir bireycilikten öteye gidemeyen okuma hazzında, sözgelimi, Milton’u her okuyuşumuzda farklı bir şey bulmamızda son bulur. Şöyle diyordu Batı Kanonu’nda Bloom: “Shakespeare’in renksizliği ile olağanüstü dramatik gücü arasında bizim analitik yeteneklerimizin kavrayabileceğinin ötesinde ters bir orantı vardır”[3]. Ya da daha peygamberane şekilde: “Kim olursanız olun, hangi dönemde olursanız olun (…) o her zaman sizden bir adım öndedir. Sizin anakronistik olmanıza neden olur çünkü o sizi kapsar, siz onu kapsayamazsınız”, “O kanonun merkezi olarak herkes ve hiç kimsedir”[4].
Bloom’un tarih düşmanlığının ikinci boyutu kanona mutlak bir güç atfetmesidir. “Hangi dönemde olursak” olalım edebiyatın değişime direnen sabit bir özü vardır ve Eagleton’ın da söz ettiği, tarihsel normlara göre daima yeniden yazılan edebiyat fikrinin tam karşısındadır.“Ölümlülük korkusu” der Bloom, “edebiyat sanatı içinde kanonlaşma, toplumsal belleğe katılma arayışına dönüşmüştür.”[5]. (Bloom’un kanona duyulan ihtiyacı ölüm korkusuyla açıklaması ilginçtir, Hobbes’un Leviathan’ını hatırlatır; hınç dolu kitleler başı boş kaldıklarında tehlikeli bir biçimde şiiri mağduriyetlerine alet ediyorlar, mutlak bir otorite gerekli!). Kanonun ilk anlamıyla düşünülmesi gereken bir şeydir bu; Homeros’un destanının kalıcı olması için artık nihai biçimine ulaşması gerekiyordu. Fakat 18. yüzyılın sonunda insanın tarihsel bir özne olduğu keşfedildiğinden beri onun ürettiği kültürün de tarihsel olarak koşullandığını biliyoruz. Edebiyatın bir özü olduğunu söylemek, en hafif tabiriyle, onu kapalı bir zümreye hapsetmek demektir. Bu zümre fazlasıyla elitisttir ve insani olanı naif bir şekilde doğal olanla karıştırır.
Anakronizm korkusu vardı Harold Bloom’un: “Shakespeare tiyatrosunun işlevi, yurttaşlık erdemi ve toplumsal adalet ile çok az ilgili olduğuna göre, Shakespeare’den yarı-mahvolmuş toplumumuz için ne yapmasını bekleyebiliriz?”[6]. Yüzyılın en büyük Shakespeare uzmanlarından birinin Shakespeare’in tarihsel dramlarının büyük bir anakronizmi içerdiğini görmezden gelmesi söz konusu olabilir mi? Julius Ceasar ve Coriolonus trajedileri dönemin Roma’sının değil 16. yüzyıl İngiltere’sinin gözünden yazılmıştır; Atinalı Timon’da tipik burjuva sınıfının küçük hesaplarını görürüz, III. Richard büyük ölçüde Tudor hanedanının kuruluş mitlerinin gölgesinde kaleme alınmıştır. Bu açıdan bakıldığında, sözgelimi Troçki’nin ya da Brecht’in Sheakespeare okumaları, onu ekonomi-politiğin sağlam zemini üzerine yerleştirirler. 80’lerde uyanan kültürel materyalistlerin Politik Shakespeare’i de dehâ kültünün konformist ve naif-romantik mesafesiyle buğulanmamıştır. Bloom’un edebi eleştirisi, yalnızca sanatçıyı değil, eleştirmeni de her türlü “dünyevî” tartışmadan bağışık kılan bir ideolojik içeriğe sahiptir. Edebiyatı tarih ve siyasetten de sıyırdığımızda bize kalan,akademik snobluğun ferah ve ihtişamlı sarayında, şu ya da bu yazarın maiyetinde yapılacak bir dalkavuluktan ibaret olacaktır. Bloom’un gerçekten kışkırtıcı çalışmaları bir yana bırakılırsa, eleştiri ve şuursuz övgü arasındaki çizginin bazen silinip yok olduğunu görürüz. Belki bu yüzden, onun bazı yazılarını bitirdiğimizde yüzümüze oturan budalaca tebessümün dışında bir şey hatırlamayız.
Sheakespeare edebiyat dininin peygamberlerinden biri olmaya devam edecek, ama bakalım onun en tutkulu havarilerinden Harold Bloom’un “İncil”i hatırlanacak mı?
[1] Bloom, Harold. The Western Canon. New York: Harcourt Brace. s.45.
[2]Bloom, Harold.A.g.e., s. 18.
[3]Bloom, Harold.A.g.e., s. 58.
[4]Bloom, Harold.A.g.e., s. 31.
[5]Bloom, Harold.A.g.e., s. 26.
[6]Bloom, Harold.A.g.e., s. 45.