Ernest Hemingway: Endülüs’te raksedip Afrika’da avlanan Nobel ödüllü yazar
“Gerçek bir yazar için her kitap, ulaşılamayacak bir şey için tekrar çaba göstereceği yeni bir başlangıç olmalıdır. Daima, daha önce hiç yapılmamış, ya da başkalarının deneyip başaramadığı bir şeyi denemelidir. Sonra, kimi zaman, şansı çok yaver giderse, başaracaktır.”
Sıcak bir yaz akşamı, takvimler 1899 yılının 21 Temmuz’unu gösterirken, Şikago’nun asude bir banliyösünde bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Doktor Clarence Edmonds ve müzisyen Grace oğullarına Ernest adını koyarlar.
Varlıklı, kültürlü bir ailenin korunaklı ortamında sağlıklı bir çocukluk dönemi geçiren Ernest göl kıyısındaki yazlıklarında kamp yapmayı, balık avlamayı, annesinin zoruyla da çello çalmayı öğrenir. Lise yıllarında okul dergisinde yazarlık ve editörlük yaparak edebiyat dünyasına ilk adımlarını atan Ernest, okulunu bitirdikten sonra da bir süre yerel bir gazetede muhabirlik yapar.
“Bütün iyi kitapların ortak bir özelliği vardır; gerçekte olmuş olanlardan daha sahicidirler.”
İçindeki macera dürtüsünün ardından koşan genç adam, gözündeki bir araz nedeniyle Amerikan ordusuna alınmasa da bir yolunu bulup kendini I. Dünya Savaşı’nın ortasına atar. Henüz yirmisine gelmeden Almanya sınırında savaşan İtalyan birliklerinde ambulans şoförü olmayı becerebilse de, Ernest beladan uzak durmayı beceremez ve cephede ilk altı ayını henüz dolduramadan bir şarapnelden kopan parçalarla yaralanıp kendini Milano’da bir hastanede bulur. Altı ay kaldığı bu sağlık merkezinde kendisinden beş yaş büyük bir hemşireye, Agnes von Kurowsky’e gönlünü kaptıran genç aşık evlenme teklifi kabul edilmeyince büyük bir yas içinde memleketine dönecektir.
“Dinlemek hoşuma gider. Dikkatlice dinleyerek çok şey öğrendim. İnsanların çoğu hiçbir zaman dinlemez.”
Amerika’ya döndükten bir süre sonra Ernest, Toronto Star’da öykülerini yazmaya başlar. Bu kez de kendinden sekiz yaş büyük bir kadına, Hadley Richardson’a aşık olunca 1922 yılında ilk evliliğine adım atar. Hiç vakit kaybetmeden Paris’e taşınan genç çifti Fransa’yı mekân tutmuş Amerikalı yazarlar beklemektedir. Bir yolunu bulup kendini San Francisco’lu sanatçı dostu, koleksiyoner Gertrude Stein’in evine davet ettiren Ernest, kısa zamanda Henry James ve Ezra Pound ile arkadaş olur.
İki öykü kitabıyla yazarlık hayatına ilk adımını atan Ernest, Paris barlarından birinde The Great Gatsby – Muhteşem Gatsby adlı romanıyla ün yapan F. Scott Fitzgerald ile tanışır. Bu tesadüfi buluşma içindeki yazma tutkusunu bir kez daha alevlendirmiştir. İlk çıkışını The Sun Also Rises – Güneş de Doğar (1926) adlı romanıyla yapar. Farklı olduğunu, kimseden öğrenecek bir şeyi olmadığını herkese ispat etmek için yaşamaktadır sanki. Nitekim daha sonraki yıllarda Gertrude Stein’in kendisine Paris’teki ilk yıllarında hamilik ettiği, yazma sanatının inceliklerini öğrettiği şeklinde yapılan yorumlara da prim vermeyecektir.
“Yazmanın kuralı yoktur. Bazen kendiliğinden ve mükemmel bir şekilde geliverir; bazen bir kayayı matkapla delip patlatmaya benzer.”
Kendine has üslubu, kısa cümleleri, çarpıcı diyalogları ile edebiyat dünyasında emin adımlarla yürümeye devam eden Hemingway, Men Without Women – Kadınsız Erkekler adlı eserinde yine öykülerine yer verir. En nihayet sıra I. Dünya Savaşı anılarına hayat verdiği Farewell to Arms – Silahlara Veda adlı ölümsüz eserine gelmiştir (1929).
“Bir roman yazarken nefes alıp veren insanlar yaratılmalıdır; Karakterler değil, insanlar. Karakter bir karikatürdür.”
Paris’te tanıştığı Vogue dergisi yazarı Pauline’e aşık olan Hemingway ikinci evliliği için fazla düşünmeyecektir. Varlıklı bir aileden gelen yeni karısıyla birlikte Amerika’ya döner. New York, Key West ve Wyoming arasında mekik dokurlarken Hemingway babasının intihar haberini alacak ve belki kendi sonunu da hazırlayan depresyonla ilk olarak o zaman tanışacaktır. Mali zorluklardan ötürü sıkıntı çeken babasının bu acı sonu genç yazarı derinden etkiler. Bir süre yazmayı bile bırakır, yeni doğan çocuklarıyla evde vakit geçirip bir yandan da içki içmeye başlar.
1933 yılına gelindiğinde Hemingway ve Pauline altı haftalık bir safari macerası için Afrika’ya giderler. Orada kaptığı hastalıklar yazarın sonraki yıllarda başını derde sokmaya devam edecek olsa da bir şekilde eline kalemi yeniden almış, bu sayede The Green Hills of Africa – Afrika’nın Yeşil Tepeleri (1935) yayınlanmıştır.
Bir sonraki serüven İspanya iç savaşıdır. Cumhuriyetçilerin tarafını tutan Hemingway, savaşı izlemek üzere bir dergi adına Madrit’e gider. Orada kaldığı iki yıl boyunca, daha önce büyük bir tutkuyla bağlandığı boğa güreşlerini de ihmal etmez. Kader bu kez de karşısına altın sarısı saçları, zekâsı ve sergüzestçi ruhuyla kendisiyle boy ölçüşebilecek bir savaş muhabirini, Martha Gellhom’u çıkarmıştır.
İspanya’da başlayıp Küba’da devam eden bu aşk, Hemingway’in üçüncü evliliği ile sonuçlanır. Aynı yıl içinde bir başka başyapıtı, For Whom the Bells Toll –Çanlar Kimin İçin Çalıyor (1940) yayınlanacak ve İspanya iç savaşının karanlık yüzünü anlatan bu muhteşem eser yazarına bir Pulitzer ödülü kazandıracaktır.
“Bir yazar olarak yargılamamalısınız, anlamalısınız.”
Savaşlar bir şekilde Hemingway’i içine çekmeye devam eder. I. Dünya Savaşı ve İspanya İç Savaşı’ndan sonra bu kez de yeni karısı Martha ile birlikte uzak doğuya, Çin’i işgal eden Japonların neler çevirdiğini öğrenmeye gider. Bir sonraki durakları ise II. Dünya Savaşı olacaktır. Mesleki bir rekabete girişip müttefik ordularının Normandiya çıkarmasını farklı yayın kuruluşları adına takip eden karı koca uzun ayrılıklara da katlanmak zorundadır. Müttefik ordularının bir tümeni ile saldırılara katılan Hemingway, Paris’e kadar uzayan yolda bir kez daha savaşın vahşetini yaşar. Bu cesareti nedeniyle bir de madalya alan Hemingway, Londra’ya döndüğünde bir başka meslektaşıyla, Time dergisi muhabiri Mary Welsh ile tanışır. Artık dördüncü (ve son) evlilik için çanlar çalmaya başlamıştır.
Bir süre yazmaya ara veren Hemingway, Mary ile evlendikten sonra bozulan sağlığına ve sık sık tekrarlanan depresyonlarına çözümü yeniden içkide aramaya başlamıştır. Küba’da satın aldığı arazide sakin bir hayat sürerek, denize açılıp balık tutarak, doğayla iç içe geçen yılların ardından en değerli eserlerinden birini, The Old Man and the Sea – İhtiyar Adam ve Deniz (1952) adlı novellasını kaleme alacaktır.
Hemingway’in dehasını taçlandırma görevini Nobel Edebiyat komitesi üstlenir. Nitekim 1954 yılında bu şerefli ödüle layık görülür. Aforizmalara, karmaşık cümlelere, ağdalı tasvirlere hiçbir zaman prim vermeyen Hemingway’in sade dili kimi zaman eleştiri konusu olsa da, ünlü yazar bildiği yoldan hiç ayrılmamıştır. Çanlar Kimin için Çalıyor’dan “He was dead, and that was all – Ölmüştü, hepsi bu”, Silahlara Veda’dan “He went to the river. The river was there. – Nehre gitti. Nehir oradaydı” gibi kısacık ama içlerinde söylenmeyen şeylerin yoğunluğunu, derinliğini taşıyan cümleler, Hemingway’le özdeşleşen aysberg tekniğinin örnekleridir. Yüzeyde küçük bir parçası görünen ‘buzdağının’ yüzde doksanı suyun altındadır.
“Çevrenizdekilerden üstün olmanın soylu bir yanı yoktur. Gerçek asalet önceki benliğinizden üstün olabilmektir.”
Mary ile bir kez daha Afrika’ya giden Hemingway, üst üste geçirdiği iki uçak kazası ve akla gelebilecek her türlü sağlık sorunu nedeniyle yeniden depresyona girdiğinde bir süreliğine Mayo Kliniği’nde tedavi görse de içmeye devam eder. Eserlerini ayakta, çalışma odasındaki kürsünün üzerinde yazmaya alışkın olan Hemingway, fiziksel olarak güç kaybettikçe daha çok içine kapanır. O sıkıntılı yıllarda yeniden ziyaret ettiği Ritz Oteli’nde neredeyse otuz yıl önce Paris’te bıraktığı notları bulan Hemingway bu keşifle heyecanlanır. Yeniden kavuştuğu gençlik anılarını bastırabilecek kıvama getiremediyse de ölümünden epey bir süre sonra, 1964 yılında, otobiyografik öğelerle bezenmiş bu eseri A Moveable Feast adıyla yayınlanır.
Hayatını kocasına vakfeden Mary’ye rağmen, sıkıntılarına bir türlü çözüm bulamayan Hemingway, babası ve iki kardeşinin de yaptığı gibi, 2 Temmuz 1961 günü ağzına dayadığı bir silahla intihar edecektir.
“Her insanın hayatı aynı şekilde sona erer. Birini diğerinden ayıran sadece nasıl yaşadığına ve nasıl öldüğüne dair ayrıntılardır.”
Hasan Saraç – edebiyathaber
(13 Şubat 2012)