Evimin balkonuna çıktığımda karşıdaki apartmanın bahçesindeki ceviz ağaçlarıyla selamlaşıyorum her defasında. Özellikle bu mevsimde alabildiğine yeşil ve güzeller. Kentin orta yerinde olmasına rağmen sessizliği ile imrendiren sokağımızda mutluluk kaynağım bu ağaçlar. Bu eve ilk taşındığımız günleri anımsıyorum da yaz mevsimi olmasının da rahatlığıyla sadece yatmak için giriyordum içeriye. Sabahtan akşama tüm günüm balkonda geçiyordu. İzmir böyledir işte. Sokaklarında da balkonunda da huzur verir, mutlu eder insanı. Uzun bir süredir kitapların arasında yaşamayı tercih ettiğimden kent yaşamından uzaklaştım biraz. Birçoklarının düşlediği İzmir yaşamını ben yaşamıyorum açıkçası. Fakat Hacer Kılcıoğlu’nun “Havaya Bak” adlı kitabını da okuyunca İzmir’i özlediğimi hissettim. İzmir’de İzmir’i özlemek… Kulağa biraz tuhaf geliyor sanırım. Ama İzmir böyledir işte. Sinesine yaslıyken, sokaklarında dolaşırken bile özlersiniz.
Hacer Kılcıoğlu yine buram buram İzmir kokan bir kitapla selamlıyor okurlarını. Kendisini ilk olarak “İzmir’de Üç Çocuktuk” adlı kitabıyla tanımıştım. Sezen Aksu, Meltem Cumbul ve Haluk Bilginer’in çocukluk yıllarını konu ettiği bir kitaptı o. Ve bu kitapta adı geçen kitapçı İhsan Amca’yı da (İhsan Bayram) tanıma mutluluğunu yaşamıştım sonrasında.
Havaya Bak, on öyküden oluşuyor. Öykü başlıkları: Fırtına, Yıldız, Yağmur, Kar, Güneş, Gökkuşağı, Sis, Bulut, Kuşlar, Gökyüzü. Havanın halleri ile duygu hallerini buluşturmuş yazar. Korku, coşku, mutluluk, hüzün… Hepsi bu bir lokmacık öykülerde… Çocukların başından geçenleri, yaşadıkları serüvenleri ve bu olan bitenin onlara hissettirdiklerini eğlenceli bir dille anlatmış yazar. Bu öykülerin içinde bir tanesi var ki tam da bize has. İzmir insanının yaşam kültürü ancak bu denli güzel anlatılabilirdi. Coğrafyamızın başka bir köşesinde yaşansa çok yadırganabilecek bir olay bizde olağan bir günün parçası oluverir işte böyle. “Gökkuşağı” başlıklı öyküde elinde lokma ile otobüse binen bir yolcuyu görünce sürücü kendisi de iniyor, lokmasını alıyor. Döndüğünde otobüsteki yolculara soruyor, “Başka lokma isteyen var mı?” Bizde adettendir lokma gördüğümüz yerde trafikten çıkarız, sağ şeride yanaşırız. Kaldırımda yürürken yolun karşısında lokmayı görsek anında karşı kaldırıma uçarız. Bununla da bitmiyor tabi. Otobüste kutlanan sürpriz doğum günü, danslar, şarkılar… Şaşırmayın, burası İzmir!
Hacer Kılcıoğlu’nun öykülerinin ardından geçelim bir başka yazara ve kitaplarına. Geçelim ama İzmir sınırlarının dışına da çıkmayalım.
*Çocuklara Sevgi Saygı Şart!
Başlık bana ait değil. Mustafa Özke’nin Adana Günaydın gazetesindeki yazısının başlığından esinlendim. Çocukların dünyasında yer edinmiş bir yazarın böyle bir isme sahip olmasının sözcük anlamlarından öte bir anlamı vardır mutlaka.
Sevgi Saygı İzmirli bir yazar. Bugünlerde çocuklarla yeni bir dizi kitapla buluştu. Dört kitaplık dizinin ilk ikisi önümde. Bu iki kitaptan birincisi “Yasemin ve Lavanta.” Bir bez bebek hikâyesi bu kitap. Yakın bir zamana kadar televizyonlarda yer alan, çocuklar için bir dizi vardı. “Bez Bebek.” Gündüzleri canlı bir insan olan bu bez bebek geceleri oyuncak bir bez bebeğe dönüşüyordu yeniden. Bu kitapta da benzer bir hikâye ile karşılaşıyoruz. Yasemin, yarıyıl tatilini babaannesinin evinde geçirecektir. Yolculuk sırasında çok sevdiği oyuncak kedisini kaybeder, birazcık da ateşlenir. Baygın bir halde ulaşır babaannesinin evine. Gözlerini açtığındaysa, yolda unuttuğu kedisini unutturmasa bile üzüntüsünü hafifletecek bir sürpriz vardır başucunda. Eski giysilerden dikilen mor saçlı bir bez bebektir bu. Lavanta adı verilen bu bebek kısa sürede Yasemin’le ayrılmaz bir ikili olur. Sonrasında Yasemin ve Lavanta’nın başından geçen ilginç olayları okuyoruz.
Dizinin ikinci kitabı “Çizmeli Gıcır.” Gıcır’ı, bir önceki kitaptan da anımsıyoruz. Yasemin’in babaannesine giderken mola yerinde unuttuğu kedisi. Aynı zamanda çocukların da bizim de iyi bildiğimiz Çizmeli Kedi’nin beş yüz on beşinci göbekten torunuymuş. Bu kitapta Gıcır, Yasemin ve bez bebeği Lavanta’nın yakın arkadaşlığına katılıyor. Çizmeli Gıcır olarak! Yasemin’in sıra arkadaşı Şule ile de tanışıyoruz. Şule hastalanır ve okuldan bir süre uzak kalması gerekmektedir. Yasemin de arkadaşını sevindirmek, moral vermek ister. Bir dayanışma hikâyesinin içinde buluyoruz kendimizi. Bir de buzdolabının içinde… Sonrası ise yine Sevgi Saygı’nın keyifli kalemiyle yeni bir serüven. Bu arada Merve Atılgan’ın çizimleriyle kitapların başka bir renk kazandığını da belirteyim.
Ve geldik yazının sonuna. Üç yılı aşan bir süredir buradan sözümüzü ortaklaştırmaya çalıştım. Bu sürede hiç dinlenmedim, mola vermedim. Haliyle üzerine yazmayacağım fakat okumak için gözümün hep üzerlerinde kaldığı kitaplarım birikti. Onların yanında dergiler de tabi. İzninizle onlarla ilgilenmek istiyorum biraz sevgili dostlar. Bunun için iki pazartesi burada olamayacağım. 8 Mayıs’ta tekrar buluşmak üzere esen kalın, umutlu kalın…
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (17 Nisan 2017)