“Bu ben miyim Tanrı’m? Bu ses gerçekten bana mı ait? Yoksa yol boyu gözüme ilişen, kalbime ilişen, aklıma ilişen her sesi topladım da şimdi bana ait olmayan, saçma sapan bir uğultunun içine mi düştüm? Ses diye bir mağaranın, ses diye bir lağımın, ses diye bir boşluğun içine mi?”
Emin Gürdamur’un Önce Biraz Ağladılar ismindeki öykü kitabı bu cümlelerle başlar. Bir “münacat”ın girişidir bu; vecde gelip yalvaran, aczinin farkında olan, karanlığı kemiren, sorular sormayı da ihmal etmeyen Nihat’ın münacatı. Hizalandığı konum hep Tanrı’ya yakın; zayıf insanların “bütün boşluklardan tanrı icat” ettikleri yerden uzakta, sıkıştığı mağarada Tanrı’nın eşi benzeri olmayan ülkesini özler durur. Üzgündür Nihat, “dördüncü ilkbaharında kuruyan, dışarıda çiçekler açarken yatağında kuruyan” kızı Nil’i bir şehir mezarlığında bıraktıktan sonra her şey tepetaklak olur. Bir yanı hayalin girdabındadır artık, diğer yanı hakikatin. İnsanın üzülünce yolunu nasıl kaybettiğini, “kalbine doğru bir dehlize” eğildiğini, bu amansızlığın ortasında Tanrı’nın bildiği nehirlerin suyundan içmeyi diler Nihat. Kaybın, etrafa saçılmışlığın kendini ne hale soktuğunu ölçerken Tanrı hep yanı başındadır. “Tanrı’m, neden benimle yaşlanmadın? Her insana yeniden, fiyakalı bir libasla göründün? Onlara bu cesareti neden verdin?” diye sorar. Bir cevap aramanın münacatıdır Nihat’ın söyledikleri, hem de en hakikisinden.
Anlatıcının bu, kendi sesini arayan insanın yolculuğu, “Osman’ın Kırk Yedinci Yaşı” hikâyesinde de devam eder. Bu sefer sırtını yasladığı yer, hayalin/gerçeküstünün kapılarına dokunmaya ramak kala bir yerdedir. Osman, masalar hakkında kafası karışık, belki de biraz takıntılı bir adamdır. Ona göre masa, ölümsüzdür. “Masa, hayatla ölüm arasında asılı kalanlara yönelik acımasız bir ima”dır. Çünkü masalar ona geçmişi, ölüleri, hayatına çöreklenenleri hatırlatır. Masa, heybetiyle Osman’a varlığını sorgulatıp durur, bu sebeple “gerçek masa”yı arayıp durur. Bu gerçek masa, elin sürülmediğidir; elini dokundurabildikleri “hayata” ait olanındır ve hayat, Osman’ı anlamayanlarla dolu olduğundan bu masalar güvenilir değildir. Hikâyede Osman’ın çok sevdiği sedef kakmalı masayı alma umudu anlatılır, bu umut onun için yüce bir amaçtır da. Masayı elde edemedikçe kendine uzaklaşır ve bir zaman sonra “iş yerinde tam da neşeli okurun isteyeceği türden hayat dolu bir adama” dönüşür. “Mutlu son, diyordun sevgili okur, işte mutlu son,” diyen anlatıcının sitemi yükselir hikâyenin sonunda. Çünkü bu son, Osman’ın artık herkes gibi olmasının; bu hayatın neticesidir. Ve yine anlatıcı sorular sorarak bırakır bizi: Normal olmak ne demek?
Ölmek üzere olan bir insanın arzusunu yerine getirmek için en sıra dışı ne yapabilirsiniz? “Gülden’in Kemikleri” hikâyesinde oğlu, annesini öldüğü zaman yaşadıkları evin bodrumuna gömeceğine dair söz verir. Sonra da mezarı hazırlama süreci başlar. Hikâyenin bu kısmı, çeperlerini masalvari bir anlatıma kaydırırken, hikâyede, okunması keyifli bir metin olmanın yanında Gülden’in geçmişine dair birçok düşündürücü meseleye değinilir. Eğitimli, dil bilen, bekârken “oluk oluk akan paralarla telafi” edemediği boşluklara sahip, bu boşlukları evlenince dolduran ama yeni boşluklar eklenmesinin ihmal edilmediği bir hayatı yaşayan Gülden. İntikam alan, inatçı, ölse, kelebek olup böcek olup tekrar geri dönecek kadar bu hayata saplantılı, ama gitmeye de çok meyyal Gülden. İlk kocasının onu aldatmasının sonrasında ilgisiz, dalgın biri olan ama ikinci eşiyle, aldatıldığını öğrendiği evde mutlu mesut yaşayan, aynı eve başkasını gömen, gömülmek isteyen Gülden. Bu yaşadığı evin bodrumu, Gülden’in ilmek ilmek işlediği, kendiyle birlikte büyüttüğü bir “mabet”tir, hatta Gülden’in “araf”ıdır. Gidince rahatlayacağını bilir fakat orada olana sımsıkı bağlıdır. Bu bir anlamda Gülden’in hesaplaşmalarının, kininin bitmediğine, belki biraz da bu kinle, hınçla yaşamaya muhtaç olduğuna delalettir. Bedeninin yok olduğu yerde ruhunun yeni filizler göğertip tekrar tekrar aynı arzuya kavuşmasını diler gibidir. Onun bu tavrı hikâyeyi ne rehavete kaptırır ne de hayale daldırır, insana dair olanın hayal-hakikat ikiliğinde bir o yana bir bu yana sallanmasının nişanesidir.
Gülden gibi arafta kalma hâli, “Ansızın Leyla”da Leyla’nın da yaşadığı dünyanın adıdır. Leyla’nın hayatında, onunla daima konuşan, güneşinin sönmesine sebep olan, yenilgilerine sığınak, yoluna yol duvarlar vardır. Ne zaman düşse, “Benden kimsenin alacağı kalmadı,” diyerek haykırdığıdır duvarlar. Aslında beton cennetinde, uzayıp giden asfaltlarda, geçim derdiyle yaşayanların sadık dostunun (ya da düşmanının) duvar olması pek abes değildir, değil mi? “Upuzun” ve “buyurgan” haliyle, hep müstehzi bu duvarlar, aynı şeyi vurup durur insanın yüzüne: “Sen bu acının üstesinden gelemezsin.” Ama Leyla kanmaz. Kanmaz da anlatıcının da hikâyeyle bir şeylerin üstesinden gelme, yollar açma, “lavantalara ikinci bir şans verme” gibi bir niyeti de yok. Burada bize ait “zanlarla boyadığımız, vehimlerle büyüttüğümüz mevsimler” var. Çünkü “gerçek biraz mide bulandırıcı, biraz sündürülmüş, kenarlarından kurusun diye güneşte bırakılmış porsuk kuyruğu”dur. Haliyle uzandığımız dallar yeşermeyebilir, elimizde kevgire dönmüş bir hayat kalabilir. Bu hikâye, bu hayatın kalıntılarıdır ve harcına katılanlar pek iç açıcı değildir:
“Bu çölle her zaman başa çıkılır. Ama tek tek kum taneleriyle başa çıkamazsın. Bu şehrin harcı, senden önceki Leylaların sesleriyle karıldı. Sıcak asfalt, çelik direk, plastik gök. Sesleriyle. Senden öncekilerin ve senden sonrakilerin sesleriyle. Doğmamışların, hiç doğmayacakların.”
Emin Gürdamur’un rüya olamayacak kadar gerçeğe yaslanan, masala göz kırpan, hayalin sağanağında hakikate meyyal hikâyeleri, başka dilleri anlama/anlatma konusunda oldukça başarılı. Sınırların bile isteye keyifle aşıldığı bu hikâyeler dikkate değer.
edebiyathaber.net (20 Nisan 2023)