Akılcılığın baskın örtüsünü (rasyonalizm) kaldırmaya fazlasıyla ihtiyaç var bugünlerde. Zira akılcılık, iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış diye uzayıp gidecek ikilemlerle öz yaşamımıza karşı harekete geçiyor. Tam da burada, genelleme denilen -herkesi aynı sıraya dizen çizginin devreye girdiğini söylemeye gerek var mı!? Oysaki, bu çizgiyi dışlayarak, herbirimizin yaşanmışlıklarının değerini tartan bir hayalgücü fenemolojisi var. Ve bilgiyi de, insanın yüreğinin, ruhunun, varlığının bir sonucu olarak ortaya çıktığı anda fazlasıyla önemsiyor. Bu yüzden, tek başına kendini dayatmasına izin verilmiş rasyonalizasyonu bir kenara bırakıp, hayal dinamiklerinin önünü açmak için eski nesnel gönderme alışkanlıklarından sıyrılmak gerekiyor.
Hayallerimizin bilimsel düşünceler gibi bir sonuca varmaları, bir şeye bağlanmaları gerekmiyor. Zira, Hayal, yalınlığı içinde, bir bilgiye gerek duymaz. Toy bir bilincin malıdır. Hatta buradan yola çıkarak; onaylanıp çerçevelenmiş, genelleştirilmiş bilgilerin bize kılavuzluk yapmak yerine, yolumuzu saptırdığını söyleyecek kadar ileri gidebiliriz. Yok, tam olarak bu değil. Daha çok, sözkonusu paradigmanın aslolan serüvenimizi nasıl bastırıp, kendi gözümüzde de nasıl görünmez kıldığıyla başlıyor mesele. Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası’nda öncelikle, bu sorunun tespitini yapıyor. Tabii tesbitler bununla sınırlı kalmayıp, yaşamsallıklarımızdan süzülen anılarımızın mekânlara yazılmasına kadar ileriyor. Bachelard’ın çalışmasının asıl teması da bunun üzerine odaklanıyor. Öyle ki, Anılar mekansallaştırıldıkları ölçüde sağlamlaşarak, ev denilen yerde vücut buluyor. Yani düşlemenin yaşandığı yerlerde.
Yaşamdaki fırtınalara karşı…
Peki, bir an için ev denilen alanın olmadığını düşünelim, ne olurdu? Ev olmasa, insan dağılmış bir varlık olurdu. Ev, insanı gökten inen fırtınalara karşı koruduğu gibi, yaşamdaki fırtınalara karşı karşı da ayakta tutar. Ev hem beden hem de ruhtur. İnsan varlığının ilk dünyasıdır… Tabii burada ev olgusunu somut, bildiğimiz dört duvardan oluşan bir yapıdan başlatarak genişletebiliriz. Ev aynı zamanda bir yere, bir yurda sahip olma duygusuyken, tümüyle aksi yönde oluşacak durumlara da yol verebiliyor. Böylelikle de, Mekânın Poetikası’nın oluşum sürecine girmiş bulunduğumuzdan, varlığın dışarı fırlatılıp atılma deneyimlerini çok beklememiz gerekmiyor. Tabii, kapının önüne konmanın, evin varlığının dışına atılmanın, insanların düşmanlığının, evrenin düşmanlığıyla üst üste yığıldığı durumun deneyimlerini de… Zaman ise, tek başına hafızayı canlandırmak için yeterli olmayıp, bütün gücü mekân(lara) veriyor. Şöyle ki; miadı dolmuş süreler yeniden yaşanamaz. Bu süreleri ancak düşünebiliriz, soyut, her türlü derinlikten yoksun bir zaman çizgisi üzerinde düşünebiliriz ancak. Geçirilen uzun günler sonunda somutlaşmış güzelim süre fosillerini mekân sayesinde, mekân içinde buluruz. Bilinçdışı orada geçirir gününü. Anılar hareketsizdir; mekânsallaştırıldıkları ölçüde sağlamlaşırlar…
Kaçıp giden içsellik…
Çalışmasında, yerinden edilmiş bilinçdışının peşine düşerek, içerinin varlığıyla, dışarının yazgısı üzerine kafa yoran Bachelard, psikanalizi de yanına almayı unutmuyor. Denilebilir ki, hayallerin yollarının önünü açmayı tüm mekânların yer analizini yaparak gerçekleştiriyor. Tabii, yola ilişkin düşlemeyi de işin içine fazlasıyla katarak. Bu düşlemlerin içinden görünenlerin ise, gölgeler, kilitler, tavan araları, dehlizler mahzenler, köşeler, kuş yuvaları, içsel uçsuz bucaksızlık, çekmeceler, sandıklar, dolaplar, kulübeler… olduğunu söyleyelim şimdilik. İnsanın dünyadaki durumuna gelince, modern kent yaşamıyla birlikte, kişilerin kaçıp giden içselliklerini bulmaya fena halde ihtiyaçları var. Hız, makineleşme, insanı emen borular gibi olan sokaklar, ev niyetine üst üste konmuş kutular, çatılardan rüzgarın fırlattığı kiremitler, uykusuzluk, merdivenlerin kahramanlığını yok eden asansörler, kapı numaraları, ufku örtülmüş gökyüzü, gürültü, … hepsi de içsel olana karşı durarak, onu yok etmeyi hedefliyor. Ama her şeye rağmen, düşlerin harekete geçme yetisi çok yüksek. Çünkü; hayal, gerçeğin işleviyle gerçekdışının işlevinin birleşmesiyle, gerçek ile gerçekdışı arasındaki işbirliğiyle kuruluyor. Karşıtların sunduğu alternatiften öte, onların birbirleriyle kaynaşmasını önemseyen düşünür, mantıksal diyalektiğin buralarda nasıl işe yaramadığının altını ise kalınca çiziyor ki, bu çok önemli! Zira bu kaynaşmaya, mantıksal diyalektiğin araçlarının vereceği hiçbir şey yok. Bu araçlar canlı olan bir şeyin anotomisini ortaya koyabilir. Ama eğer ev canlı bir değerse, bir gerçekdışılığı da kapsaması gerekir. Tüm değerlerin titremesi gerekir. Titremeyen bir değer, ölü bir değerdir…
Sonuç olarak, modern yaşamın insandan kaptıklarını geri almak gerekiyor. Bunun mümkünatının yolu ise, kişinin kendisiyle ilişkisinden ve nesnelere nasıl baktığından geçiyor. Misal, sığınak düşleri kuran biri, evin içinde, ailenin bir araya geldiği odada bile kulübeyi, yuvayı, inine çekilen bir hayvan gibi içine girmek istediği köşeleri düşleyebilir. Zira, yaşanmış durumların ötesinde, düşlenmiş durumları (da) keşfetmek gerekiyor. Bunu içinse, ilkel hayaller alanını yeniden açmak yeterli.
Aysel Sağır – edebiyathaber.net (19 Şubat 2018)