Nedim Gürsel’in en sevilen romanlarından ‘’Resimli Dünya’’, özellikle euronun, doların alıp başını gittiği şu günlerde oturduğu yerde kendini İtalya’da bulmak isteyenler için ideal bir kitap olabilir.
Henüz kitabın başlarında, okuyucuyu bulunduğu mekândan uzaklaştırarak Venedik’te bir kanalın kenarındaki küçük, loş stüdyo daireye götürecek, kanallar boyu gondollarla gezdirerek evlerin yosunlu merdivenlerinin birinin önünde indirecek kadar zevkli bir anlatımla karşı karşıya geliyorsunuz.
Bir kitabın okuyucuya verebileceği en güzel şeylerden biri, sizi bulunduğunuz gerçeklikten ve andan kopartarak ruhunuzu ağzına kadar huzurla dolduracak farklı boyutlara taşımasıdır. İşte ‘’Resimli Dünya’’, sayfalarını aralayanları tarih, resim, edebiyat, şiir ve tasavvuf felsefesinin iç içe geçtiği, sularla çevrili iki özel kentten İstanbul ile Venedik’i bir araya getiren renkli bir dünyaya götürerek bu işlevi fazlasıyla yerine getiriyor:
‘’Boğaz’ı en fazla anımsatan yeri burasıydı Venedik’in…Karşı kıyı, yeşil tepeleri her gün biraz daha kemiren kaçak inşaatlarla dolu olmasa da Boğaz’daki gibi korulardan, güngörmüş yalılardan nasibini almamış olsa da tuhaf bir biçimde Anadolu yakasına benziyordu.’’
Romanın başkahramanı sanat tarihi profesörü Kâmil Uzman’ın bir süreliğine yaşadığı Venedik’te tablolardaki ayrıntılara dalıp gittiği satırlar, uzun bir rüyanın yansımalarını andırıyor. Profesörün Venedik’e ve tablolara bakış açısı, burada âşık olduğu kütüphane memuresi ile ayrı bir boyut kazanıyor.
Kitaplarında kullandığı dil göz önüne alındığında gelenekçi dayatmalara karşı çıkan bir tarzı olduğunu bildiğimiz yazarın bu özelliği, başkahramanının iç sesini yansıtırken ortaya çıkıyor. Fakat hayallerindeki cüretkârlığına karşın profesör, âşık olduğu kadına açıkça söylemek yerine arkasından ‘’Ti Amo’’ diye fısıldayacak kadar da utangaç bir kişilikte kendini gösteriyor.
Uzun yıllardır Paris’te yaşayan ve Sorbonne Üniversitesi’nde edebiyat alanında dersler veren araştırmacı yazar Nedim Gürsel’in otobiyografik yaşamından da izler taşıyan eser, başta Bellini ailesi olmak üzere Pablo Venezian, Canaletto Lorenzo, Veronese Tintoretto gibi çoğu Rönesans ressamlarının eserlerinin izlerini sürdüğünüz, ruhunuzun renklerin ve imgelerin dünyasında yüzdüğü satırlarla dolu. Romanın ilk bölümlerinde yazar, ünlü tabloları kolunuza takıp kanalların kentini öyle gezdiriyor size.
Venedik, su, nem, küf, yağmur ve kafelerle süslü kartpostal tadında betimlemeler, bir araştırmacı yazarın kaleminden çıktığını her an hissettiğiniz kitabı kolaylıkla okumanızı sağlarken ister istemez sanatsal kültürünüze de katkıda bulunuyor. Tabloların konuk olduğu satırlarda özellikle İsa ve Meryem temalı yoğunlaşma dikkat çekiyor.Yaşamına ressam olarak devam etmeye cesaret edemeyerek akademisyenliğe yönelen Kâmil Uzman aracılığıyla yazar, Fikret Muallâ’nın ilginç yaşam öyküsünden kesitlere ve ressamın sanat anlayışına da yer veriyor:
’’Muallâ haklıydı galiba’’, diye geçiriyor içinden Kâmil yataktan çıkmadan, ‘’bir ressam için ölüm, keyfince resim yapmak değilse eğer, ne ki? O zaman kimse rahatsız edemez seni, sokakta sehpanı kurmuş resim yaparken işine karışamaz…Aslında gerçek sanatçı mor rengine hayran kalır lavanta tarlasının, bir kadında yaşayan kokusuna değil.’’
Başkahramanın Fikret Muallâ’ya büyük hayranlık duyduğu çıkarımını yapabildiğiniz satırlarla karşılaşmak, Muallâ hakkında ilginç ayrıntılara ulaşmanızı da sağlıyor. Misal, Kâmil Uzman’ın bir kayıkta geceleme hayalini bile ünlü ressamdan esinlenerek kurduğununayırdına varıyorsunuz. Asmalımescit’teki bekâr odasının kirasını ödeyemediğinde bir kışı paltosuna sarınarak Bebek İskelesi’ndeki bir kayıkta geçiren Fikret Muallâ’nın yaşamından kesitleri yutarcasına okumamak imkânsız.
Resimlerin renkli dünyaları arasında tasavvuf felsefesinden satırların yer aldığı diyaloglar, okura günümüzde çoğunlukla görmezden gelinen renksizliğin değerini de hatırlatıyor:
‘’Yüz renkli elbise’’ demişti şeyh bir gün, ‘’İsa’nın saf küpünden saba rüzgârı gibi sade ve latif bir hale gelir, tek bir renge boyanır. Birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir.’’…Ve eklemişti:‘’Gece olunca o renkler örtüldü, o vakit rengi görmenin nurdan olduğunu anladım.’’ Bu dünyada yolculuktu aslolan, varlık değil. Renkler, renksizlik âleminde ummanda birer katreydi.’’
Resim sanatı aracılığıyla Doğu ile Batı’yı birbirinin gözünden gösteren yazar, kitabın ilerleyen bölümlerinde, İstanbul’a gelerek Fatih Sultan Mehmet’in portresini yapan ressam Gentile’den bahisle imparatorluk dönemine geçiş yapıyor. Bu kez okuru, Gentile’in gözünden Şark dünyasına sokaraktarihin loş sırlarından gelen fısıltılar misali Binbir Gece Masalları tadında ilerletiyor kurguyu.
Ayasofya’nın büyüsü, İstanbul’un tılsımlı taşları, meydanları, Cem Sultan ve Fatih Sultan Mehmet’in yaşamlarının sırları derken, ‘’Doğu’yu düşlemek yetmez Vittore! Doğu’nun gizine varmak için çilesini de çekmek gerek.’’, diye noktayı koyuyor yazar kahramanının dilinden.
Özünde bohem bir ressamın ruhunu taşıyan bir sanat tarihi profesörünün gerçeklerle harmanladığı tatlı düşleri, karabasanları, lacivert taşını deniz tuzuyla kararak elde ettiği Boğaz mavisi hayalleri, tablo ve tuvallere takılı kalan bakışları, vaporettolar, kanallar, kafelerde içilen lezzetli İtalyan şarapları ve tüm bunların eşliğinde yaşadığı tutkulu aşkın renklerinden oluşan bir roman ‘’Resimli Dünya’’. Dolayısıyla yazarın, satırların birinde kurduğu bir cümle tüm bunları özetleyecek kadar anlamlı:Resimli Dünya, ‘’Hayal ve gerçeğin beyninizde tango yaptığı’’bir kitap.
Selva Trak Ulupınar- edebiyathaber.net (28 Ağustos 2018)