Son zamanlarda, yeni nesil iyi yazarlarla karşılaşıyoruz. Yeni bir dil, anlatım biçimi ve yeni hikâyeler… Ekin Can Göksoy da bu tanıma uyan yazarlardan. İletişim Yayınları‘ndan çıkan, ilk öykü kitabı Münhal geçtiğimiz haftalarda raflarda yerini aldı. Kitapta, Mermer Başlı Adam, Alnico, Kelam, Dolapdere’nin Cadıları ve Saadet Apartmanı isimli öyküler yer almakta.
Münhal, İhsan Oktay Anar‘ın kitaplarını anımsatacak kadar etkileyici bir öykü olan, Mermer Başlı Adam’la başlıyor. Öykü, Şeyh Bedrettin’in isyanı sırasında geçen bir zaman diliminde geçiyor. Öykü içerisinde Bedrettin’le karşılaşmıyoruz fakat Bedrettin’in başlıca müridi Börklüce Mustafa hikâye içerisinde kendine yer buluyor. Kahramanımız, Yakup Oğlan attığını vuran bir okçudur, Cüneyd Bey’in emriyle kendisine isyan eden isyankârı öldürüp, beyin fermanını duyurma görevini yerine getirmekle görevlendirilir. Bu süre zarfında Yakup, âşık olur, Börklüce Mustafa’yla karşılaştıktan sonra sistemi sorgulamaya başlar, Cüneyd Bey’in onu sömürüp, sömürmediğini düşünmeye başlar, anasını düşünür, ilk defa ondan bu kadar uzak kalmıştır, ama artık onun da büyüme zamanı gelmiştir, babası gibi hatta ondan daha iyi bir okçu olmalıdır. Göksoy, Mermer Başlı Adam’da yer yer klişelere yer vermesine rağmen, masalsı bir dille anlattığı öyküsünü, oldukça etkileyici bir atmosferle süslemiş. İlk öyküde karşılaştığımız, bu masalsı atmosferin, kitabın tamamında yer aldığını söyleyebiliriz. Göksoy, bununla beraber hikâyelerini imgelere, alegorilere, metaforlara yer vererek anlatmış. Bu anlatım tarzı en çok Alnico öyküsünde belirginleşmiş. Alnico, uzak bir gelecekte geçen, her türlü bilimsel faaliyetlerin yasaklandığı distopik bir hikâye. Alnico’nun bu anlamda da kitabın genel atmosferi içerisinde farklı bir yerde durduğunu söylemek mümkün. Göksoy, bu öyküsünde iktidar ve bilim arasındaki sorunlu ilişkiyi anlatıyor. İktidarın, bilimi kontrol etmeye çalışması, kendisini tehdit olarak nasıl gördüğü gibi mevzular ön plana çıkıyor bu öyküde. “Bilim insanları, iflah olmaz bilgi manyaklarıdır onlar, sürekli öğrenmek, keşfetmek ve düzeni yıkmak ya da gelişmeyi yavaşlatmak, farklı bir düzene çekmek isterler.”
Göksoy, genel olarak, insanın ikilemlerini, iktidarın hayatın her anına fütursuzca nüfus etmesini, insanın omzunda ağır bir yük olan geçmişi ve tarihi sorumlulukları, resmetmiş öykülerinde; en çok da tarihe olan duyarsızlık, resmi tarihi dışında kalan günlük hayatın tarihini anlatmaya çalışmış. Bu durum, özellikle kitabın kanımca en etkileyici iki öyküsü olan, Dolapdere’nin Cadıları ve Saadet Apartmanı’nın da, daha bir anlam kazanıyor.
Bir zamanlar güzel İstanbul
Geçmişimiz, bir türlü yüzleşemediğimiz acı hatırlarla dolu. Bir dönem beraber yaşadığımız Rumlar, Ermeniler, Yahudiler malum sebeplerle bu topraklardan gönderilmiş, ötekileştirilmiş; resmi ideolojinin etkisiyle yıllarca beraberce yaşadığımız bu insanlara nefretle bakmışız, bu nefret söylemini de çocuklarımıza öğretmeyi ihmal etmeyip, bu anlayışı nesiller boyu aktarmışız. Karşımızdakini tanımayı dahi düşünmemişiz, resmi ideolojinin çizdiği kalıplar, kalın çizgiler, bize yetmiş. Göksoy’un küçük bir çocuğun gözünden anlattığı hüzünlü Dolapdere’nin Cadıları tam da bu durumu anlatıyor. Mahalle esnafının, nefret söylemleriyle ötekileştirdiği, güvercin tedirginliğiyle yaşamak zorunda kalan, Lida ve Mari kardeşlerle küçük kahramanımızın, Dolapdere’de geçen dostluklarının hikayesi kitabın en iyi öykülerinden biri. Kahramanımız, bu mahalle sakinlerinin yönlendirmesiyle, Lida ve Mari’den ilk başta çok korkuyor ama tanıdıkça onları çok seviyor, onların kültürlerini, yemeklerini sevmeye başlıyor. Büyülü bir iksir diye önceleri içmekten çekindiği hoşafa, daha sonraları bayılıyor mesela, ya da daha önce hiç yemediği kuş üzümlü pilavın tadını çok seviyor. Göksoy, oldukça naif bir dille ve hassasiyetle anlattığı öyküsü; her şeyin sevgiyle, bir insanı tanımakla başlayacağını üstüne basa basa bir kez daha hatırlatmış oluyor böylelikle.
Saadet Apartmanı öyküsü ise rezidans olması için yıkılacak bir apartman üzerinden, 1910’lı yıllardan günümüze uzanan bir Türkiye panoraması anlatıyor. Arsız bir iştahla, kentsel dönüşeme uğrayan binaları, tarihe, yaşanmışlıklara yapılan saygısızlıkları, kişisel hatıralara karşı duyarsızlıkları, bir zamanlar pencerelerinden dışarıya taşan piyano seslerini, İkinci Dünya savaşı sırasında Türkiye’ye göç etme durumunda kalan Yahudi bilim insanlarını, Levantenleri, resmediyor satırlarında. Modern insanın, yeniye ve konforlu olana duyduğu ilginin yaratmış olduğu tahribatı, kitapta mimarın dediği gibi: “Nasıl neden? Yeniliyoruz işte burayı Sedef, tarih güncelin gerisinde kaldığında, binalar yenilenir.” anlayışını, sorguluyor. Bir dönem beraber yaşadığımız, ortak hatırlar biriktirdiğimiz insanların hatıralarını da kolaylıkla yıkma bencilliğimize sert bir eleştiri getiriyor. “Yaşayanları kovmak yetmemiş ki; yaşananları kovmaya gelmişti sıra. Mahallerinden, evlerinden; hatta kentlerinden ve ülkelerinden edilenlerin anıları da tarihin karanlık çöplüğüne yer tutmamacasına fırlatılıverecekti.”
Ekin Can Göksoy, 1987 doğumlu genç bir yazar, etkileyici bir anlatım tarzı var. Bununla beraber masalsı bir dile ve yalın anlatıma sahip. Göksoy, öykülerinde, belirli bir tema izlemiyor, aksine farklı temalar, türler, dönemler üzerinden öykülerini anlatıyor. Ekin Can Göksoy, son zamanların en heyecan verici yazarlarından, öyküleriyle en kısa sürede tanışın derim, hiç pişman olmayacaksınız…
“Münhal” ile ilgili olarak yazarla yapılan bir söyleşi için>>>
Can Öktemer – edebiyathaber.net (1 Haziran 2015)