Burhan Sönmez’in üçüncü romanı “İstanbul İstanbul” geçtiğimiz ay İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Romanda yazar, gözle görünür olan, ihtişamlı İstanbul yerine yeraltındaki İstanbul’u kaleme alıyor ve hapishanede, ölümü bekleyen dört kişinin hayallerini, acılarını, aşklarını, keder ve kaderlerini, en önemlisi de bitmeyen umutlarını İstanbul üzerinden okurlarına aktarıyor.
Hem siyasi bir roman, hem aşk hem de yeni bir tabir olarak kabul edilirse “sömürülmemiş bir acı” romanı olarak okuyucunun karşısına çıkan “İstanbul İstanbul”, bir hücrede, yani yeraltında geçen hayatları anlatıyor gibi görünse de aynı zamanda yerüstünde parıltısıyla herkesin merakını cezbeden İstanbul’u da, yeraltının acı, tatlı hikâyeleriyle birlikte ele alıyor.
Başkarakterin, ilk bakışta dört kişiden oluştuğu izlenimi verilen romanda, sayfalar ilerledikçe, yalnızca ve en etkileyici haliyle İstanbul’un, hatta ve hatta yeraltındaki İstanbul’un bu rolü üstlendiği görülüyor. Her biri farklı hikâyelerle hücreye konulmuş olan Doktor, Berber Kamo, Küheylan Dayı ve Öğrenci Demirtay, adeta yardımcı karakterler olarak okuyucuya İstanbul’u baştan tanıtıyor. Hayallerin yaşatıldığı ve kaderlerin sorgulandığı romanda, bütün karakterlerin yolu, sonu bir şekilde İstanbul’da birleşiyor. Her birinin İstanbul’u farklı olsa da, bu şehre yükledikleri anlamın ve bu şehrin onlara yaşattığı acıların aynılığı, okuyucuya başkarakterin tekliğini ispatlıyor.
Giovanni Boccacio’nun “Decameron” isimli eserine atıfta bulunan romanda, tıpkı bu eserde olduğu gibi on günlük bir hikâyeden yola çıkılıyor. Kurgu içinde, acılarını bir an olsun dindirebilmek, hücrelerinin kasvetli ortamından, pisliğinden ve dayanılmazlığından kurtulabilmek için karakterlerin birbirlerine anlattıkları hikâyeler, kitabı sade bir roman olmaktan çıkartıp “öykülerle süslenmiş bir roman” havasına sokuyor. Bu hikâyelerin her biri yine İstanbul’da kesişiyor. Ayrıca anlatılan öyküler, karakterlerin duymak, yaşamak istedikleri biçimde hayalleriyle şekillendiriliyor. Ancak Decameron’dan farklı olarak, yalnızca hücrede geçirilen on gün ile sınırlı kalınmayıp her bir karakterin acılı, korkulu, yitmeye yüz tutmuş hayatlarından büyük kesitlere yer veriliyor. Kurgu içinde yer alan kısa öyküler, okuyucunun işkencelerden, acılardan ağırlaşmış yüreğini, biraz olsun hafifletiyor, hatta kimi zaman tebessüm etmesine olanak veriyor. Bu da demek oluyor ki, yazar karakterlerinin acılarını sömürmeden okuyucuya aktarmayı başarıyor.
Karakterlerin hücrede başkarakter İstanbul’u konuk ettikleri hikâyeleri, kimi zaman okuyucuya yerüstündeki İstanbul’u betimliyor, sanki büyük bir tuvale İstanbul’un resmini çiziyor. Okuyucu güzeller güzeli, çekici İstanbul’u tıpkı karakterler gibi hayalinde canlandırmaya başladığında, yazar bu güzelliğin giderek yitmekte olduğunu, günümüzdeki yerüstü İstanbul’unun aslında yeraltındakinden pek farkının kalmadığını, yaşamın sıradanlığı içinde yanındakinin acısını umursamadan kendini düşünen, bireyselleşmeye başlamış topluma dikkat çekerek işliyor. Yazarın deyimiyle “acının sınırında beklemek”, her iki İstanbul’da da var olduğundan, “bu kentte hazzın fazla, korkunun sürekli” olduğu, kurgunun içinde İstanbul’un karakteri bakımından en çarpıcı tespitler olarak okuyucunun karşısına çıkıyor.
Doktorun umutlarının hiç tükenmemesi, onun aksine Berber Kamo’nun vazgeçmişliği, Küheylan Dayı’nın uçsuz bucaksız hayalleri, Demirtay’ın kimi zaman ümit dolu ancak çoğu zaman karamsar duruşu, okuyucunun kurgu boyunca “insan” kavramını sorgulamasını sağlıyor. Bu sorgu öylesine derinleşiyor ki, Berber Kamo’ya göre, mahkûmları sırası geldikçe sorguya çeken işkencecilerin aslında gerçek insanın ta kendisi olduğuna kadar uzanıp gidiyor. Dolayısıyla okuyucu romanla birlikte felsefi bir yolculuğa da adım atmış oluyor.
Romanın dikkat çeken özelliklerinden birisi, hayallerin aslında gerçek olarak yansıtılmış olması. Öyle ki, karakterlerin hücrelerinde ruhen ve bedenen çektikleri acıları biraz olsun azaltabilmek için hayallerine inanarak yaşamaya başlamaları, okuyucunun bir an karakterlerin gerçekte hücrede değil de yerüstü İstanbul’da bir
araya gelmiş kişiler olduğu hissine kapılmasını sağlıyor. Olmayan sigaralarını tüttürmeleri, olmayan rakılarını yudumlayarak keyfe gelmeleri ya da olmayan balıklarını iştahla yemek için hazırlık yapmaları hayallerin nasıl umutlara dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Sonunda bu romanın adeta ölümlü insanların ölmeyecek hayallerinin romanı olduğu duygusu uyandırılıyor.
Romanın sürükleyiciliğini sağlayan en önemli özelliklerinden biri ise, dört karakterin hücreye düşme sebeplerini anlatırken hayatlarının yine İstanbul’da bir yerlerde kesişmiş olması ve okuyucunun bunu ilerleyen sayfalarda, olaylar içerisinde karakterlerin ağzından okumayıp, kendisinin fark etmesi. İlginç tesadüflerle karakterlerin birbirlerinin kaderleri içinde yer alması, kitabın aynı zamanda adım adım ilerleyen bir macera romanı sıfatını kazanmasını da sağlıyor.
Romanda dört karakterin karşı hücresinde bulunan Zine Sevda’nın tek kadın karakter olarak var oluşu ve onun neredeyse hiç konuşmadan da romana etki edebilmesi, kadının bir simge olarak özellikle vurgulandığını gösteriyor. Zine Sevda’nın işkencelere dayanma kapasitesinin anlatılış biçimi, kimi zaman erkek karakterlere göre çok daha dik ve güçlü duruşu, bir konuşmasıyla okuyucuyu heyecan içine sürükleyişi dikkat çekiyor ve kadının, kadın olmanın, kadınların varlığının, acılarının, toplumdaki duruşlarının Zine Sevda üzerinden işlendiği gözlerden kaçmıyor.
Okuyucunun kendisini bulabileceği pek çok söz dizileri içeren ve yazarın deyimiyle “İstanbul içinde küçük İstanbullar” etrafında gezinen bu roman, okuyucunun, insanın en çok acı çektiği anda aslında o anın “en çok” olmadığının ayrımına varmasını sağlıyor. Hayallerin insanı ayakta tutan gerçeklerin ta kendisi olduğunu hissettiriyor. Bir nevi İstanbul’dan yola çıkılarak insan, insandan yola çıkılarak İstanbul anlatılıyor ve sınıra geldiğine inananların aslında umutlarıyla devam edebildiklerini gösteriyor. Aşkın gücü ve bu gücün insan bünyesindeki etkisinin dayanılmazlığını da es geçmeden, her hikâyenin bir yerine mutlaka aşkın dokunduğunu hatırlatıyor. Okuyucuya, zaman kavramının insanlar tarafından yaratılan bir baskı unsuru olup olmadığını düşündürürken, yeraltındaki İstanbulluların acılarıyla yerüstündeki İstanbulluların acıları arasında aslında hiçbir farkın olmadığını da gözler önüne seriyor.
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (10 Nisan 2015)