Hayalleri gerçekleşmemiş kahramanların hikâyesi | Irmak Erkan

Kasım 9, 2024

Hayalleri gerçekleşmemiş kahramanların hikâyesi | Irmak Erkan

Ah Bu Şarkıların, Anıl Çetin Örselli’nin ilk öykü kitabı. Öyküleri kitap arkasında A ve B yüzü içinde listelenen şarkılarla birlikte okumamız öneriliyor. Kaset benzetmesi ilginç olmuş zira pek çok öykü 1980’lerin, 1990’ların ruhunu yansıtıyor.  “Dönüş yok”, hayata dönüş operasyonlarını konu edinen, yazarın sesinin ön planda olduğu bir öykü.

Ankara Bekçisi ise bu kez sol-sosyalist siyaset ekseninde okuru 1980’li yılların atmosferine götürüyor. Öykünün kahramanı Hidayet yaşı geçkin bir entelektüeldir. Ölen karısından kendisine Erica marka daktilo kalmıştır. Gençliğe, karısı ile geçirdiği güzel günlerine hayıflanır. Taraf olduğu 1980’li yılların toplumsal, siyasal atmosferini anımsar.  Kahraman okul yıllarından eski bir arkadaşı ile Ankara’da Tavukçu meyhanesinde buluştuğunda öykünün nostaljik yanı daha da öne çıkar:

“… Ben bırakamam buraları. Siz burada denize bakarsınız öyle saatlerce, biz burada mecbur birbirimizin gözlerinin ta içine… Baktıkça da tanış oluruz, yaren oluruz, bir oluruz. Ankara’da böyledir anam babam, insan insana, olmadı hatıralara tutunur. “ 

Öykü okura sol siyaset ekseninde 1980’li yılların atmosferini anımsatır.  

Pamuk ipliği, ensest temasını güçlü bir kurguyla anlatır; taciz, bellek, bencillik üzerinden anne kız çatışmasına odaklanır. Metin okuru krizleri art arda sunarak şaşırtır. Anlatıcı genç kız, kendisini taciz eden üvey babayı unutamaz. Ne var ki anne de aynı adama her şeye rağmen duyduğu aşkı unutamamaktadır. 

Üvey baba Muzaffer, anlatıcı genç kadına sadece taciz ederek zarar vermez, sevdiği erkeği tehdit ederek ızaklaştırır da. Genç kadın, evlenmek üzere olduğu erkeği sevse de kendisi için yeterince mücadele etmediği için aynı zamanda kırgındır.

Kırmızı ip ise hem genç kadının aşkını, nikah yüzüğünü hem de ölümü simgeleyen ilginç bir metafor olarak öyküde yer alır. Evet, anne hafızasını, anlatıcı ise yaşam dolu gençliğini kaybederek yarı ölü gibi yaşamaktadırlar. Her iki kadının da erkeklerden sevgi ve sadakat görmemiş olması onları ironik bir şekilde birbirlerine yaklaştırır.

Heimat (Almanca, memleket) öyküsü işçi sınıfına farklı bir gözle bakıyor. Bu öyküde anlatıcı gurbetteki işçinin toplumsal, sınıfsal reflekslerinin, hak arayışlarının kendi ülkesinde ve Avrupa’da iken birbirinden farklı olduğuna dikkat çekiyor.  Yazar, fabrikada makineleşen erkek işçiler kadar kadınların sorunlarına da dramatik bir dille eğiliyor:

“Zamanında kocalarının  Helga’larla, Olga’larla yaşadıkları maceraları da bilerek ama dillendirmeyerek yaşayan, yokmuş gibi davranabilen kadınların yüzü suyu hürmetine döner gurbette hayat. İş için, aş için ama en çok da gariban bebelerin geleceği için suskun kalan sigortasız gönül işçileridir onlar.

Almanya’daki işçi Arif üzerinden okura gurbet, memleket, aidiyet gibi kavramları da sorgulatan Örselli bireyin içinde bulunduğu şartlara göre çıkar gözetmesini eleştiriyor.

Figüristan çoklu anlatıcı tekniği ile dikkat çekiyor. Film setinde çalışan kahramanların her biri kendi kültürünü, dünya görüşünü yansıtarak yansıtarak Hüseyin’i anlatıyorlar. Her bir paragrafta başka bir kahraman konuşuyor. Ajansın sahibi, Adanalı kardeş, kahvehaneci, makyöz, aktris, yönetmn, sekrter, yapımcı Erman Soylu, adli doktor ve kendinden bahsedilen kahraman  Hüseyin Özübi  anlatıcı olarak yer alıyorlar. Öyküde Hüseyin’in cinnet geçirme sebebi, silik insan olmasına, yoksulluğuna, hep figüran olarak kalmasına bağlanmış.

“Figüransın abi sen, demez mi biri ordan. İnsan konduramıyor tabii. Herkes mi Jön lan? Bir ben  mi figüranım, bir ben mi gariban?”

Bundan sonra anlatıcı olarak senaristin ortaya çıkması metne üst kurmaca havası vermekle kalmıyor aslında kendini figüran bilen Hüsein karakterinin gerçekete başrol oyuncusu olduğunu hatırlatıyor. Hal böyle olunca Hüseyin’in krizi zayıflıyor, anlamsızlaşıyor. Yazar bunu fark etmiş olmalı ki metni bitirirken senarist kahramanına da meşhur olma arzusunu aşılamış. Öykü “yüzüm de ekrana uygun ha” sözleri ile bitiyor.  

Anten, yazarın toplumsal, siyasal meselelere eğildiği bir çalışma. Öykü, 1980 darbesine odaklanıyor.  Şadan ile Orhan, cezaevindeki oğulları Erdal’ın akıbetini merak etmektedirler. Askeri darbe olduğunda haber kısa sürede oturdukları apartmanda duyulur. Anne babanın endişeleri bir kat daha artar.

Balerin öyküsü, taşralı bir kadın olan Meryem’in, hem eş hem de anne olarak yaşadığı zorlukları okura gösterirken evlilik eleştirisi de yapar. Öyküde lunaparktaki balerinin yazgısı ile kahramanın yazgısı örtüştürülür. Balerin de kahramanımız Meryem gibi erkekler tarafından yönetilmekte, kendilerinden ne isteniyorsa onu yapmaktadırlar. Yine yazar halk dilini başarı ile kullanır, diyaloglar pek sahicidir:

-Ne daldın kız gene?

-Heeç…

-Bebelere bilet alacam. Sen de mi binecen, Meryem?

-He ya binecem.

Bir temiz haspinallah çekip gözleri ile aşağılar gibi süzdü onu adam.

Zamane Diyojenleri, kitabın diline en yakın gördüğüm öykülerden. Mekan kahvehane, bulmaca çözen bir kahramanın yanıbaşındayız. Onunla birlikte bulmaca çözmenin, farklı kelimeleri keşfetmenin zevkini yaşıyoruz.

Derken kahvehanede, gazete haberleri arasında buluveriyoruz kendimizi. Böyle kalabalık, halk ağzının konuşulduğu mekanları belli ki Örselli çok seviyor. Biz de okur olarak kahvehane müdavimleri arasında  sohbeti dinliyoruz. Dikkat çekici bir haber: Kayıp bir adam ormanda kurtarma ekipleri ile kendini aramış. Örselli bu metafor üzerine öyküyü kurmuş. İlk paragrafta, bulmacada doğru sözcüğü bulma, ardından ormanda kendini bulan adamın öyküsü. Kahramanımız bu kez yaşlı hem de yoksul. Onun yoksulluğunu ve yaşlılığını kendine has cümlelerle anlatıyor yazarımız:

“İnce belli bardağın dibinde kalan çayı tek yudumda kafaya dikip ayaklandım. Fakir kalkışı yaptım anlayacağınız.”

“Kocadıkça midem, böbreklerim ve dahi prostatım, mütemadiyen çıkarttıkları marazlar ile biz buradayız hemşerim diyerek selam ediyorlardı bana.”

Kendini kaybetme ve yeniden bulma meselesi işsiz bir genç üzerinden somutlaşıyor. Kahramanımızla konuşan kahvehanedeki gencin (Ekrem) falçata ile kendine zarar verdiğine tanık oluyoruz.  Kahramanın öykünün sonunda beni de arasanız katılırım icabında sözleri akli dengesini kısmen yitirdiğini gösteriyor. Öyküde kahramanın aklını yitirmesinin sebebi mütemadiyen işsiz oluşuna bağlanmış. 

Anıl Çetinel Örselli’nin kurgusal metnine konu ettiği olay 2021 yılında Bursa İnegöl’de yaşanmış. Dünya basınına da konu olmuş yaşananlar. Kendini kaybetme hali, bir metafor olarak ele alınabilir; pek çok farklı şekilde yorumlanabilir,  Bilinç kaybı, kişinin kendine yabancılaşması, kendini tanıyamaz hale gelmesi, kendinden geçmesi, kişinin kendi kendine öfkelenmesi, küsmesi nihayet kendini bilerek ve isteyerek unutmak istemesi, vb…  Yazar bu öyküde kahramanının krizini toplumcu bakış açısı ile kurgulamış.   

Zamane Diyojenleri ismi ünlü filozof Diyojen’e atıfta bulunuyor.Bu öyküdeki kahramanların (Ekrem ile Nazmi)  da bilgelik sınırında gezindikleri pekâlâ söylenebilir.

Çerçeveler, ezilen insanların dünyasına, Alev adında bir trans seks işçisinin hayatına odaklanıyor. Ailesi, babası tarafından evlatlıktan men edilen kahraman yer altı hayatına sürüklenerek ölüm-kalım, geçim mücadelesi veriyor. Günlük hayatta ender kullandığımız sözcüklere metinde yer verilmiş: Lubunya, çalpara, maraz. Çerçeveler, sert bir dille yazılmış. Kahramanımız Alev, geceleri birlikte olduğu erkeklerden sabah olduğunda küfürler işitiyor, otel odalarında kovuluyor,  dayak yiyor; gün geçmiyor ki tartaklanmasın, kendi ya da arkadaşları ölümle burun buruna gelmesin.

Traktör Tayfun, kitaptaki diğer öykülerden farklı. Yine halk dilini, sokak ağzını başarıyla kullanıyor. Bu jargona kendine has biçimler de veriyor:

“gedikliler”, “..erketeye yatmış kediler”, “perdeyi açsa açamaz, kapıdan çıksa çıkamaz. Sanırsın bir bu it, sıçamaz”, “at koşar baht kazanmaz mı?”  Bunun haricinde yazar belli ki bu öykü için futbol terimlerini araştırmış,” kimi sporseverlerin bile ilk defa duyacağı sözcüklerle biz okuru tanıştırıyor: Jübile,  fuleli koşu, acemispor, fikstür gibi.

Kahramanımız Tayfun’un hayatına annesinden başka kadın girmemiş. Son maçını oynayıp futbola veda edecek. Ancak kahramanın krizi daha başka, asıl mesele onun kurgusal bir karakter olmasında. Açıkçası bu hikayede de toplumsal meselelere değinmesini bekledim yazarın. Belki futbolun kirli yüzünü, ününü, şanını kaybeden bir futbolcunun trajik sonunu ya da benzer başka meseleleri odağa yerleştirebilirdi. Üst kurmaca için ise başka bir konu ve öyküleme tekniği seçilebilirdi.

Mücver öyküsünde bu kez Örselli, İhsan Raif Hanım’ın pek ünlü hayat hikayesine odaklanıyor. Çerçeve anlatı içindeki öyküyü yaşlı bir adama anlattırmış. Kahraman Eski Türkçe, Osmanlıca sözcüklerle konuşuyor. Bu da metneTürk Sanat Müziği kıvamında lezzet vermiş,

Diş öyküsü de Heimat gibi Almanya’ya giden Türk işçilerini anlatıyor. Cemil, kardeşi Hüseyin ile para kazanmak için Almanya yolcusu olmuştur. Yazar kahramanı olan işçi adaylarına sağlık taraması esnasında akciğer filmi ile birlikte diş kontrolünün de yapılmış olmasına, adeta birer hayvan muamelesi gördüklerine dikkat çeker. Yazarın kullandığı  “tıkır tıkır” ifadesi bu kez fabrikadaki işçinin makineleştiğini/robotlaştığını akla getirir.

“… tezgahın altına sokmuş nasır tutmuş parmaklarını. Kablolardan cereyan yürümüş de mundar etmiş tıkır tıkır işleyen Hüseyin’i.”

 Hüseyin’in ölüm şekli kısmen muğlak bırakılmıştır. İş kazası sonucu olabileceği gibi intihar etmiş de olabilir.

Kitabın son öyküsü, Göğsümde Var Bir Serçe, güvenlik görevlisinin ağzından yazılmış. Cumartesi annelerinin dramını, ölen serçeler ile özdeşleştiyor.  

Örselli, kendine has dili ve üslubu ile bundan sonra da yeni kitapları ile adından sıkça söz ettireceğe benziyor.

edebiyathaber.net (9 Kasım 2024)

Yorum yapın