Hayatımız boyunca yarım kalan en güzel hikayelerimizi mutlu bir sonla tamamlamaya çalışırız hep. Bu konuda çoğu zaman başarısız oluruz; kader ağlarını örer, yollar ayrılır ve herkes başka bir hikayeye adım atmak için başka yollara koyulur. Lakin geçmiş çoğu zaman sizi bırakmaz, peşinizden gelir. Çünkü hikayeniz sizden, en azından bir son bekliyordur. Bakarsınız, uzun yıllar sonra kader ağlarını yeniden örmek için devreye girer ve yarım kalan hikayenizi bitirmeniz için size bir şans daha verir. Sonrasını ise size bırakır.
Çağdaş dünya edebiyatının en önemli isimlerinden Haruki Murakami‘nin bundan bir kaç yıl önce Doğan Kitap’tan yayınlanan ve Pınar Polat’ın çevirmiş olduğu Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında isimli kitabında aşk, kader, tesadüfler gibi mevzuları merkeze alıyor. Zaten Murakami’nin kitaplarına aşina olanlar için bilindik temalar bunlar. Aşk, kader, gizem, hayal ve gerçek arasında gezinen hikayelerin Murakami’nin sıklıkla kitaplarında merkeze aldığı konular olmuştur. Sınırın Güneyi’nde, Güneşin Batısı’nda da benzer bir dünyanın içerisinde dolaşıyoruz. Diğer yandan Murakami’nin külliyatına aşina olanlar kendisinin müzik tutkusunu özellikle de caza olan düşkünlüğünü bilirler. (Yeri gelmişken ufak bir hatırlatma; Murakami yazarlığa başlamadan uzun bir süre caz bar işletmiş. Zaten kitabın adı da Nat King Cole’un South of the Border isimli şarkısından gelmekte.)
Tesadüfler, kader ve tek çocuklar
Murakami, Sınırın Güneyi’nde Güneşin Batısı’nda bizleri ortaokula giden Hacime ve Şimamoto ile tanıştırıyor. Hacime ve Şimamoto’yu diğer öğrencilerden ayıran ortak bir özellikler vardır; ikisi de tek çocuktur. Toplumun, tek çocukların genelde şımarık ve kibirli olduklarına dair tabulaşmış görüşü nedeniyle, ikisi de sosyalleşme sorunu yaşıyorlar. Üstelik Şimamoto’nun çocukken geçirdiği çocuk felci yüzünden tek bacağı aksamaktadır. Tüm olumsuz durumlar Hacime ve Şimamoto’yu birbirlerine daha da yakınlaştırıyor. İkisi de tüm sıkı dostların yaptığı gibi anlamlı sessizlikleri paylaşıyorlar, tek çocuk olmanın zorluklarından bahsediyorlar, laf arası sessizliklerinden hiç rahatsız olmuyorlar, uzun saatler boyunca müzik dinliyorlar. Özellikle Şimamoto’nun babasına ait caz plakları, ikisi için de vazgeçilmez oluyor. Şimamoto ve Hacime’nin bu ilişkisi aşkın ancak dostlukla, derin paylaşımlarla bir anlamı olacağını ve eksik olan bütünü tamamlayabileceğini kanıtlıyor bir kez daha.
Lakin zaman içerisinde kader ağlarını örüyor, Hacime ve Şimamoto’nun yolları ayrılıyor. Birbirlerinden kopuyorlar ve herkes kendi hayatını yaşamaya başlıyor. Hacime ve Şimamoto, yeni hayatlarında da birbirlerini arıyorlar, kiminle konuşmaya kalksalar akıllarına kendilerinin geçmişte yaptığı o harika sohbetler geliyor. Yıllar geçiyor, yaşlar büyüyor Hacime, lise yıllarında İzumi’yle tanışıyor. İzumi, Hacime’nin gözünde Şimamoto gibi bir ışıltıya sahip değil. Hacime’nin İzumi’yle olan ilişkisi sürmüyor, üstelik Hacime, İzumi’nin bütün hayatını etkileyecek bir hata yaparak onu derinden yaralıyor. Hacime için yine başka bir yol ayrımı gündeme geliyor. Bir yayınevinde düzeltmen olarak çalışmaya başlıyor, hayat monotonlaşıyor, aklı ise hep Şimamoto’da oluyor. Bu sıkışmış düzenden Yukiko’yla tanışarak kurtuluyor. Yukiko ile tek başına gittiği bir tatilde karşılaşıyor. Artık 30’lu yaşlarına gelmiş olan Hacime, Yukiko ile hayatını birleştiriyor, çocuk sahibi bile oluyor. Yukiko’nun varlıklı babasından borç alarak kendisine bir caz bar açıyor. Kendisi zaman içersinde yıllar önce büyük aşk acısı çekmiş ve artık işine gücüne odaklanmış Casablanca’daki Humphrey Bogart’ın oynadığı Rick Blaine karakterine dönüşüyor bir nevi.
Hacime, yeni rutini sayesinde geçmişin izlerinden uzaklaşmış oluyor bir nevi. Hacime bütün hayatı ev ve işi oluyor. Derken günlerden bir gün Şimamoto geçmişin sisli perdesini aralayıp yeniden Hacime’nin hayatına giriyor. Şimamoto’nun dönüşü Hacime’nin bütün hayatını etkiliyor. Şimamoto ile eskilerden, evde dinledikleri Nat King Cole parçaları üzerine konuşuyorlar. Hacime, Şimamoto ile yarım kalmış hikayesini tamamlamak istiyor. Bütün gün barda Cemal Süreya’nın şu dizesi gibi bir ruh haline bürünüyor: “çık gel bir kez daha yıkıntılardan, çık gel bir kez daha bozguna uğrat”. Lakin çoğu zaman geçmişi artık geri almak mümkün değildir. Şimamoto sırlarıyla gelmiştir, bugüne kadar neler yaptıklarını asla açıklamaz, neden belli günler gelip sonra ortadan kaybolduğunu açıklamaz.
Bazı hikayelerin yazgısı yarım kalmak üzerinedir. Hikayenin kahramanı Hacime’nin payına da bu düşüyor ama her şeye rağmen eve dönmek iyi hissettiriyor. Hacime de öyle yapıyor. Peki Hacime’nin gördükleri bir düş müydü? Gerçek miydi peki? Şimamoto gerçekten dönmüş müydü? Gerisi cevapsız sorular tıpkı hayat gibi…
Hayaller ve gerçekler
Sınırın Güneyi’nde Güneşin Batısında, Murakami’nin diğer kitaplarında aşina olduğumuz bir dünyanın içerisine sokuyor bizleri. Hayaller ve gerçekler arasında salınan bir hikaye içerisinde yer alıyoruz yine. Karakterler de bir yerden aşinalık hissi yaratıyor; yine yalnızlıklarından şikayetçi olmayan, kediler, kitaplar ve müzikle arası gayet iyi olan karakterlerle karşılaşıyoruz kitap boyunca. Özellikle Hacime’nin tipik bir Murakami karakteri olduğunu söyleyebiliriz. Yalnızlığını ve kendi dünyasına dönmekten hoşlanan biri Hacime. Spor yaparken bu özelliğini öne çıkarıyor “Başkalarına karşı sayı almam gereken yarış türlerinden nefret ediyordum. Ben daha çok durmadan yüzmek istiyordum, yalnız ve sessizlik içinde”. Bununla beraber Murakami, Hacime’yi bayat bir romantik olarak tasvir etmiyor. Tam aksine hata yapan, yapmış olduğu hatalar yüzünden pişmanlık duyan biri olarak inşa etmiş karakterini.
Murakami’nin bu romanı klasik bir aşk hikayesi olarak görülebilir. Lakin Murakami, her sayfayı çevirdiğimizde göz yaşlarımızı sileceğimiz kırık bir aşk hikayesini anlatmıyor. Modern hayatın monotonluğunu, rutinliğini, içerisine düşülen boşluğun insana nasıl zarar verdiğini hatırlatıyor bizlere. Bununla beraber idealizmini yitirmiş ve sadece para kazanma ve hedonist zevklere kendilerini kaptırmış Japon toplumuna da eleştirilerini sunmaktan çekinmiyor. Murakami, Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında sade ama oldukça etkileyici bir dille anlatıyor öyküsünü. Hacime ve Şimamoto’nun kırık aşk hikayesini hayalle gerçeği nefis bir şekilde harmanlayarak aktarıyor. Ayrıca arka planında nefis caz parçalarının çaldığı romantik hikayeye yakışır yağmurun bir an olsun eksilmediği Tokyo güzellemesi yapıyor aynı zamanda. Nat King Cole’un Pretend parçasının şu dizesiyle bitirelim o zaman: “Pretend you’re happy when you’re blue”.
Can Öktemer – edebiyathaber.net (23 Kasım 2017)