Her gece uyumadan önce iki sayfa okuyorum. Fazlasını okursam çabucak biter kitap. İki sayfadan az okursam düşlerim renksiz kalır. Azından da çoğundan da korkuyorum; Hayalperestler’e, yaşama yaklaştığım gibi, ürkek bir neşeyle yaklaşıyorum.
“Onu yazmak ölü toprağını üzerimden çekip aldı; umarım bir ölçüde okurun da içini nedensiz bir neşeyle doldurmayı başarır.”
Nedensiz neşe… En sevdiğimdir… Ama Hayalperestler’in – ve genel olarak Patti Smith metinlerinin – beni içine saldığı neşenin kaynağını biliyorum. Bir tür söz akrabalığı; dağınık ruhların parça parça birbirine ilişen komşuluğu… Sözün ve düşün zamansız özgürlüğü… Çocukken ziyaret edilen o diyarların şimdi, şu yaşta yeniden çağıran fiyortlu kıyıları…
“Hep bir kitap yazacağımı hayal etmişimdir; kısacık da olsa, insanı kendi dünyasından çekip alacak, ölçülüp biçilemeyen, hatta sonradan hatırlanamayan bir diyara taşıyacaktı.”
Hatırlanmayanı hatırlatıyor Hayalperestler; düşleri, artık üstü toz tutmuş arzuları, iliklere dek işlemiş acı kahve kokusunu… Zor günlerde akla yeniden ve yeniden düşen dizleri…
“hatırlayamam
hatırlasam da anlatamam düşlerimin sessiz özgürlüğünü”[1]
Herkesin o en gizli kaynağına dokunuyor Smith. Anlatırken en gürültülü kahkahalarla güldüğümüz oysa en büyük sızılarla anımsadığımız kaynak bu: çocukluk. Evet, ruhumuzda izini hâlâ sürdüğümüz, hâlâ düşlerimize – ve kâbuslarımıza – rengini veren çocukluk.
“Yaratılışın tüm öyküsü sanki gökyüzüne çizilmiş gibiydi. Diğer çocukların kahkahalarından uzaklaşır, ustalaşmayı arzu ettiğim durgunluğun ve sessizliğin içine çekilirdim. Burada bir tohumu oluşurken, ya da bir ruhu mendil gibi katlanırken duyabilirdiniz.”
Gecenin en sessiz saatinde okuyorum bu cümleleri; hep ustalaşmak istemiştim durgunluk ve sessizlikte, birden anımsıyorum bu çocukluk düşünü. Bir mendil gibi katlanıyor ruhum; hayal ettiğim kadından ne denli uzağa düştüğümü görüyorum. Ne yaparsın, kurtardığım ne varsa ona sarılıp uyuyorum. Sabah tazelenmiş bir neşeyle uyandırıyor beni Smith:
“Yanına gelip oturdum. Bana sorarsanız, ona hiçbir şey sormadım. Çünkü aklım bir o yana, bir bu yana savruluyor, dilimle işbirliği yapmıyordu. Ama belki de bir-iki sözcük kaçmıştır ağzımdan. Çünkü yanıt verdi; gözlerini açmadan piposunun çanağını çevirdi, sonra dudaklarını oynatmadan konuştu:
Hayalperestlerdir onlar…”
Benden söz ediyor, bunu iddia edebilirim. Smith’in dili bana bu yakınlığı sağlıyor. Yersiz (kimi gayet yerinde) hassasiyetimden soyunup giyiniyorum Smith’in sözcüklerini. Çuk diye oturuyor üstüme.
“Sıradan karşısında hayrete düşen çocuk, uğraşmaksızın bilinmeyene doğru ilerler, ta ki çıplaklık onu korkutup utandırana kadar; o zaman biraz örtünmek ister, düzen arar. Bir an için her şeyi tüm çıplaklığıyla görür, eler, toplar, gerçeklerden yapılma çılgın bir yorgan örer. Vahşi, tene batan türden gerçeklerdir onlar; bildiğimiz gerçeklerle uzaktan yakından alakaları yok gibidir.”
Ah, şu satırlarla geceler boyu kendi gerçekliğimi ördüğüm o zamanlara geri gidiyorum! Ne umutlu ve coşkulu zamanlardı; ne bitimsiz düşlerdi onlar! Bedeni heyecanla dağlayan o yorgan hâlâ üzerimde sanki! Ve sonra, yine Smith’in sözleri okşayıp yatıştırıyor beni:
“Hayalperestlerin müziği görevini yerine getiriyor. Bükülüyor, genişliyor, havayı şöyle bir sallıyor. Toplanması gerekenleri topluyor. Çöp diye atılmışları. Hayranlık duyulanları. İnsan ruhunun gözden kaçan parçacıklarını.”
Gözden kaçan ama unutulamayan takılıyor gözüme; aklıma düşüyor en sakındığım anılar. Bunu Smith yapıyor; o özgürce doladıkça anılarında benim de anılarım özgür kalıyor. Babaannemden kalan pırlanta yüzüğe uzanıyorum birden; yüküyle ağırlaşmış taş beni Ömer Hayyam’ın kömür kokulu sokaklarına atıyor.
“Bir yakutum vardı. Kusursuz değildi; sanki bir damla kanı almışlar, mücevher gibi kesmişlercesine güzeldi. (…) Ne zaman yakutumun derinliklerine baksam yüreğim sıkışırdı; çünkü benim o ufacık taşımın içinde kimsenin hayal bile edemeyeceği kadar acı ile umut barınırdı.”
Usulca öpüyorum yüzüğümü, babaannemi öpermiş gibi. O ağır, o kusurlu taşın her parıltısında yeniden yaşıyor babaannem; dehşetli gülümsemesiyle karşımda Vedia Hanım! Smith yakutunu yitirmiş, ben ninemi özlüyorum.
“Ama onu hâlâ görebiliyorum. Kadınların alınlarında görüyorum. Şairlerin riyakârlığında. Muhteşem bir kadın şarkıcının boğazında, bir kaçağın avcunda. Tel örgülere dayalı halde. Çiçekli bir elbisenin üzerindeki kan damlası şeklinde.”
Çiçekli bir elbisem yok, bunu şimdi fark ediyorum. Yazık… Bunu yoklar listesine ekliyorum.
Ve iki sayfa daha; uykuyla buluşmadan:
“Gecenin ortasında uyandım. Başımın üzerinde, tavandaki pencerenin arkasında ay duruyordu; capcanlı, altın rengindeydi. Korksa da, kararlılığını yitirmemiş bir savaşçının kalkanı gibiydi.”
Uyanıyor içimdeki savaşçı. Bu ne akrabalıktır, diyorum, Smith de biliyor korkuyla kararlılığın el ele ilerlediğini umudu taşıyabilen yürekte. Gururlanıyorum doğrusu, yakıştırıyorum kendimi hayalperestlere. Gururu her zaman bulantı izler, yeterince farkındaysanız benliğinizin. İçim kararıyor birden o bulantıyla:
“Boğuldum ama yine yükselmem lazım. İyice daralan ağın arasından, yaradan zehir akıtır gibi akıp gitmem lazım.”
Gidemiyorum. Satırlara takılıp kalıyorum. Hayalet bir umudun peşinden koşmak umudun ta kendisi; kendimi sonraki iki sayfaya saklıyorum. Uyuyorum, uyanıyorum. Sayfalara sığınıp çığlığımı susturuyorum. Daha güçlü haykırmak için belki… Belki sessizlikte dilimi keşfetmek için.
“Bir an, içimde ne varsa kurtulmak istedim. Hiçbir şey olmak… Çığlık atmak istedim, ama yapamadım. Nefesimin bir dili vardı, konuşuyordu, ama hiç ses gelmiyordu.”
İçimde ne var beni kendimden kurtaracak, bilmiyorum ama Hayalperestler’de kendi dilimi duyuyorum. Dilim çoğul sesine kavuştukça inanıyorum.
Elbet duyulacaktır sesimiz, elbet toplanması gerekenleri toplayacaktır müziğimiz.
Değil mi ki hayalperestiz…
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (4 Şubat 2016)
[1] Şükrü Caner, Çığlık Feneri, “Çerçevesi Kırık Gül Fotoğrafı”, Puhu Yayınları, 1987, İstanbul.