Hayat bana kör, ben ona sağır dilsizim | Elif Kaymazlı

Haziran 21, 2023

Hayat bana kör, ben ona sağır dilsizim | Elif Kaymazlı

“Varlığın sırları saklı senden, benden,

Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin, ne ben.

Bizimki perde arkasında dedi-kodu,

Bir indi mi perde, ne sen kalırsın ne ben.”

Hayyam

Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ve Cumhuriyet döneminin önde gelen şairlerinden birisi olan Behçet Necatigil’in çevirisiyle dilimize kazandırılan bu eser sessizliğin derin çığlıklarına boyun eğen bir acının hikâyesidir.

Sâdık Hidâyet, 17 Şubat 1903’te Tahran’da doğmuş ve Saint- Louis Fransız kolejinde okumuştur. 1925’te kolejden ayrılıp, mühendis olmak isteyerek Belçika’ya gitmiş ve oradan Fransa’ya geçmiştir. Hangi mesleği sahip olması gerektiğine karar veremeyerek yazmayı seçmiştir. İlk eserlerini Paris’te yazmaya başlamıştır. Bunlardan birisi “Yaratılış Efsanesi”dir ki bu eser yeni İran edebiyatının kalıcı abidelerinden birisi olmuştur. 

1930’larda Tahran’a dönmüştür. Hidâyet için 1930 ve 1936 yılları arası elverişli bir yaratım süreci olmuştur. O dönemlerde Rıza Şah’ın İran’da meydana getirdiği hayat koşulları ona göre olmadığı için ayak uyduramayarak Hindistan’a gitmiş ve “Kör Baykuş”u ilk burada yayımlamıştır.

İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve müttefik birliklerin 1941 yılının Eylül ayında İran’a gelmesi Hidayet’te içinde olumsal bir değişimin geleceği ümidi oluşmuştur. İyimserlikle dolu beklentisi ne yazık ki çok uzun sürmemiştir. Ümidinin üstüne acı çizgiler çekerek, yaşam gücünü yeniden toparlamak için, gençliğinin geçtiği Paris’e gitmiştir. 

Başbakan olan eniştesinin din sömürücüleri tarafından acımasızca katledişi ağzına kadar dolu olan umutsuzluğuna atılan son darbe olmuştur. Bütün her şeyden hatta kendinden bile ümidini keserek intihar etmeye karar vermiştir. Günlerce Paris’te havagazlı bir apartman aramış ve en sonunda da aradığını bulmuştur.  9 Nisan 1951 günü evine kapanmıştır. Kendi için planladığı eylemi yapma vakti gelmiştir. Tertemiz giyinip, tıraşını olup gaz musluğunu sonuna kadar açıp bir sevgiliyi bekler gibi ölümün onu gelip almasını beklemiştir. Ertesi günü ona ziyarete gelen bir dostu onu mutfakta yerde yatarken bulmuştur. Yanı başında yazdığı yakılmış müsveddelerinin kalıntıları ile sonsuzluğun ertesine doğru yolculuğa çıkmıştır.

“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.’’(Syf.15) İnsan düşündüklerinin ağırlığı nedeniyle dibe vurur mu? Varoluşsal sancı kendini gerçekleştirmenin önünde bir duvar gibi durur mu? O duvara bir delik açmak ve dışarıdan bir göz gibi kendine bakmak kendine karşı dürüst davranmak ister insan. Düşüncelerinin ağırlığıyla dibe vururken ve bundan daha kötüsü ne olabilir derken bir dip daha belirir yanı başında. Bu dip diğerlerinden farklıdır; içinde insanlar vardır. Biri, omuzlarında bir aba, başına dolanmış şal, yüzünde hayret ifadesi sol elinin işaret parmağını dudaklarına götürmüş yaşlı bir adam. Diğeri, çekik gözlü, ağzı yarı açık, elmacık kemikleri çıkık, siyah elbisesiyle, kahramanımıza gündüzsefası uzatan bir kız. Hayal ve gerçeğin birbirine girdiği sanrıların ona eşlik ettiği bir boyut düşünün. Hangisi gerçek olduğunun bilincine varamıyor olmak mı acı yoksa sanrıların bu kadar gerçeğe yakın hayaller kurdurması mı?  Kahramanımızın zarif ruhunun tahammül edemeyeceği eylemlerde bulunur. Yapan o mudur yoksa bunlar sadece bir hayalden öte bir şey değil midir onun ayırdına varamıyorsunuz. Hatta kahramanımızda bizim gibi, gerçek mi yoksa sadece gerçeği soyutlayan bir düşten mi ibaret gördükleri? Gözler bazen yanılabilir mi? Ya akıl yanılırsa ne olur? Kendine karşı acımasızca davranmanı isterse, tevekkül edip sorgusuz sualsiz kabul mü edersiniz? İnsanın aklında cevapları olmayan birçok soru dolanıp duruyor. Hayat için soru sormak daha önemlidir cevapları olup olmaması önemini yitirir bir yerden sonra.

Hikâye kurmaca da olsa ardında Sâdık Hidâyet’in kafasında tasarladığı ama bir türlü o cesareti kendinde bulamadığı intihar yatmaktadır. Kendinin cesaret edemediğini kahramanı yapsın istemektedir. Bu açıdan şu cümleleri söylettirir kahramanına Hidâyet: “bir tabutta olduğum duygusunu sık sık yaşamışımdır. Geceleri odam küçülüyor, bunaltıyordu beni. Mezarda hissedilen de bu değil miydi? Kim bilir ölümden sonra ne hissedileceğini?(…)Kalp durunca duygular düşünceler de kayboluyor mu, yoksa kılcal damarlarda kalan kan sayesinde belli belirsiz bir hayat sürüp gidiyor mu? Ölüm olayı aslında korkunç bir şey; ya öldüklerini kavrayanların hissettikleri?” (Syf.63) Fiziki varlığına son vermekten korkan ama bir o kadar da çıplaklığıyla sevgiliye sarılır gibi ölüme sarılmak isteyen bir adam var.  Tek tesellisi ise ölümden sonra hiçlik ümidi olmasıydı. Öldükten sonra başka bir evrende başka bir boyutta yaşama düşüncesi korkutuyordu onu. Ve şöyle diyordu,Ben ki henüz yaşadığım dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı benim? Bana göre değildi bu dünya.” Camus’un dediği gibi, “kendini öldürmek bir anlamda melodramlarda olduğu gibi içindekini söylemektir. Yaşamın bizi aştığı ya da yaşamı anlamadığımızı söylemektir.” Hidâyet anlaşılamayan, yabancılaştığın bir hayat için çaba sarfetmeye gerek yok diyerek intiharı seçmiştir. 

Kahramanımızın karısı onu başkalarıyla aldatmaktadır. Sessizce bir eylemde bulunmadan kabullenir. Ama ona duyduğu karşılıksız aşk ve ona sahip olmak istemesi türlü türlü hayal ya da gerçek eylemler yapmasına neden olur. Kavuşulmak istenen ama karmakarışık bir şekilde kavuşulamayan bir aşktan bahsediyoruz. Kitabın sonlarına doğru daha fazla bu aşka boyun eğmek istemeyen kahramanımız –çünkü bu aşk sanki onu yok etmek istemektedir – karısının uyurken odasına girer ve usulca yanına yatar. Aşk fiziken ve ruhen çıplaklık ister.  Bedeni bedeniyle buluşur bu kavuşma anı zihnini darmadağınık eder ve karısını bıçaklayarak öldürür. Asıl öldürmek istediği karmakarışık duygularına bir son vermektir. Masum olan aşkın tüm güzelliğine erişildiğinde kusursuzluğu değerini yitirmiştir.  Bu eylemin sonucu kendini karanlıklar içinde bulur. Küçücük de olsa bir aydınlık dahi yoktur. Artık ulaşılmaya çalışılan bir değer dahi kalmamıştır. Kavuşulan andaki güzellik onu karanlığın kollarına atmıştır. Bu yaptığı eylem hayal midir yoksa gerçekle bir bağlantısı var mıdır onun ayırdına varamayacak duruma gelir. Böylelikle ruhunun en dip yerine varır ama buradan çıkmak yerine acıya teslim olur. Kurban bayramında kesilen hayvanı gördükten sonra ağzına et sürmeyen bu naif kahraman nasıl acımasızca karısının canına kıymıştır? Hassasiyetinin yanında insanın içinde acımasız bir tarafında olduğunun ayırdına varmamızı mı istemiştir?

Kahramanımız bir ressamdır. Elleri sürekli kalemdânlar üzerine aynı resmi yapmak için yaratılmışlar gibidir çünkü devamlı çizdiği resimden başka bir şey düşünemez sanki o resme tutsak olmuş gibidir. Resim hayatının içlerine sokak sokak dağılmıştır. Düş nerede başlar gerçek nerede biter bir muammadır çünkü her şey iç içe geçmiş durumdadır. Hep aynı anın içinde birbirini tekrar eden resimlerdir çizdikleri. Kendi kendine konuşmalarında bu duruma cevabı şöyle verir, “…bilmiyorum niçin, yaptığım resimlerin konusu oldum olası hep aynı kaldı. Hep bir servi ağacı, dibinde ihtiyar, kambur bir adam bağdaş kurmuş oturuyor. (…) Karşısında, uzun siyah entarili bir genç kız hafif eğilmiş, ona bir gündüzsefası uzatıyordu.(…) Ben bu sahneyi daha önce görmüş müydüm, yoksa rüyamda mı almıştım ilhamı?” (Syf.17)

Kör Baykuş’ta bilinç ile bilinç dışını birleştiren yollar vardır. Zihnin denetiminden uzak bilincin gerçekle bağını kesip kendince bir gerçek yaratmak amacına hizmet eder.  İnsan önce var olur, varlığa gelir, dünyaya itilir; sonra da zorlu bir süreç başlar; kendini inşa etme. Bu süreçte keşfettiği şeylerden biri de kendisiyle dünya arasındaki boşluktur. Sartre buna “varoluşun içine sızan hiçlik” der ve hatta hiçliğin dünyaya bilinç sayesinde girdiğini söyler. İnsanın gerçekliği varlık ile hiçliğin bir birleşimi midir? Kahramanımız bu evreyle ilgili şu cümleleri mırıldanır: “Lakin tek korkum: Yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan.” (Syf.15) Kaç insan gerçekten kendine, “ben”e ulaşabilmiştir ki?  

Bir afyon bağımlısıdır kahramanımız. Aldığı uyuşturucunun etkisinin neden olduğu algı bozukluğu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilir. Düşlerle gerçeklerin bir bir içinden geçtiği mekândaki eşyaların çizgilerinden oluşan gölgeler ve gölgelerin ışığı gizlemesinden oluşan net olmayan, sisli gibi görünen dünya okurken bizi de kendi içine alır adeta. Bu algıladığımız durumu öyle kolay kabulleniriz ki inandırıcılığı bizi ele geçirir ve o atmosferin içine sokar ister istemez. Biz anlatıcının gözleri oluruz âdete, onun algısıyla şekillenir oda, sokak, ev, adam, kadın, dünya. Gölgelerin içinden geçilip karanlığın çıkmaz sokağına doğru ilerleriz.

Nietzsche doğru söylemişti, “uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da sana bakar.”  Sâdık Hidâyet o kadar uzun bakmıştı ki uçuruma, uçurumun kendisi olmuştu adeta. Belki de böyle olmasaydı, “kendini gölgesine tanıtmak” için yazmasaydı, içinde sürekli büyüyen boşluğa seslenmeseydi, toplumu sorguladığı kadar varoluşunu sorgulamasaydı ince duyarlılığıyla insanların göremediği hakikati görüp, yaşamın anlamını aramak çabasıyla yazıyla dost olamazdı.

Bütün dileği, kendini bütün ruhuyla unutmanın uykusuna bırakmak isteğiydi.  “Unutmam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı, gözlerim kapansaydı da azar azar uykunun ötesine, mutlak hiçliğe gömülebilseydim, varlığımı artık hissedemez olacağım noktaya varsaydım, bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki, hissedilemezin içinde silinir, yok olurlardı. O zaman dileğime kavuşurdum.” (Syf.35)

Kahramanımıza göre varoluş sancısını dindirecek tek çare ölümdür. Her şey ölümle son bulurken, ölümün içindeki o gizli anlamı görmek ister. Eğer ki bir anlam varsa? Anlamın içinde yeniden şekil bulması için ölmesi gereklidir. Her şey yalanlarla, sanrılarla doludur. Yaşama bağlanmak istemez çünkü derinliğini yitirmiştir ve anlamı kayıptır. Yaşamak çirkinlikleri görmekten ve elinden bir şey gelmemesinden öte bir şey değildir. Elinden geldiği kadar susmak ve düşündüklerini kendine saklaman gerek.

“Yalnız ölüm yalan söylemez! Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Hayatın derinlerinden seslenir, yanına çağırır bizi.” (Syf.64)

Ölümün soluk alıp vermelerini hissettiğimiz, gölgelerin içinden geçtiği baykuşun sayfalar arasında gezindiği, gri bir gökyüzü gibi afyon dumanlarının her tarafı kapladığı düşle gerçeğin birbiri içine girdiği zamansız, geçmiş, geleceksiz ve şimdisiz sadece anların varolduğu umutsuzluklar arasında dönüp dolaşan varoluşsal çaresizliğin romanıdır. 

Hidâyet’in üzerinde derin bir Hayyam etkisi vardır. Hayyam insanlardaki varoluşsal acının, endişe ve kaygının hatta ümit ve ümitsizliğin alevli sesidir. İkisi de kendi yaşadığı zamana yabancılık çekmişlerdir. Kendi dönemlerini eleştirirken dönemleri tarafından da eleştirilmişlerdir Hidayet’te tıpkı Hayyam gibi karanlığı aydınlatacak felsefi sorunlara çözüm yolları aramıştır. İki değerli insanda karamsarlık ve umutsuzluk ön safhada yer almıştır. Üstelik Hidâyet Hayyam’ın rubailerini toplayıp bir de önsöz yazıp “Hayyam’ın Teraneleri” adıyla yayımlamıştır.

“Biz kuklayız, kuklacı ise felek. 

Değildir bu mecaz, gerçektir gerçek. 

Oynadık oyunumuzu bu sahnede bir müddet, 

Gittik yokluk sandığına yine tek tek.”

Bu dünyadan kısacık bir zaman aralığında bir Sadık Hidayet geldi ve geçti. Ama biz hala ondan cümleler okuyor, hikâyelerinde ne anlatmaya çalıştığına dair yorumlar yapıyor, konuşuyoruz. Konuşmaya da her dem devam edeceğiz gibi görünüyor.

Bilinç dünyadaki gerçekliği yaratmaz ama nasıl bir dünyada yaşayacağını seçer. O da kendi dünyasını seçme özgürlüğüne intihar ederek karar vermiştir.

“Duvardaki gölgem tıpkı bir baykuş gölgesiydi ve iki büklüm eğilmiş, yazdıklarımı dikkatle okuyordu. Anlıyordu besbelli; bir o anlayabilirdi.” (Syf.76)

“…ben yalnız gölgemle konuşabilirim. Beni yalnız o anlar, kavrar şüphesiz.(…)          varlığımın buruk şarabını damla damla boğazına sıkıp akıtarak, diyeceğim ki ona: 

‘İşte benim hayatım.’” (Syf.37)

edebiyathaber.net (21 Haziran 2023)

Yorum yapın