Rutubetin ve hava sıcaklığının tavan yaptığı ağustos ayında, güzel bir Akdeniz kasabasındayım. Klima ile rutubeti alınmış serin çalışma masamın başında Krişna Das dinlerken canım kahve çekti. Sade kahvemi pişirip, yanına da bitter çikolatamı aldıktan sonra salona geçip kanepeme oturdum. Dinlenme zamanımdı. Elimde tuttuğum fincanı dudaklarıma götürdüğüm sırada aklıma rahmetli ablam ve annem ile paylaştığım kahve saatlerimiz geldi. Şimdi onlar yoktu, tek başıma kahvemi içiyordum. “Onlar yoktu artık”, bu düşünceye inanmak bana hep keder vermiştir. Gerçekten onlar yok muydu artık? Annem ve ablam her zaman zihnimde yaşıyor ve yaşayacaktı. Bazen bir Türk kahvesi, bazen bir rüzgâr esintisi, bazen su sesi veya bir zeytin ağacı bile onların gelip beni ziyaret etmesine çağrı olabiliyordu. İşte bu sabah içtiğim kahve ile onları çağırdım, geldiler ve gözlerimden dökülen özlem dolu yaşları sildiler.
Gözlerimden yakan yaşlar beni 1999 yılına Amsterdam’da aldığım ilk Landmark eğitimi kursuna götürdü. Sanıyorum seminerin ikinci günü ve gece geç saatlerindeydik. Forum lideri “Hayat boş ve manasızdır,” dediğinde sınıftaki iki yüz kişinin sessizliğini forum liderinin sözlerinden şok olmamıza yordum. Sınıfta çıt yoktu. Ne demek hayat boş ve manasızdır? Bunca yıldır biz ne yaptık? Mücadele verdik, didindik, çalıştık, iş aradık, bulduk, çabaladık, para kazandık, aile kurduk, ayakta kalabilmek için az uğraşmadık. Bunca yıllık emeğimiz boş ve manasız olamaz. Sınıftaki derin sessizliğin ardından adeta isyan eder gibi her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Forum lideri hepimizi susturdu, el kaldıranlara söz verdi.
Hayat boş ve manasız. Boş bir tuval gibi ve üstüne istediğini yazıp çizebilirsin. Hakikatte var olana verdiğin manayı sen seçersin. Boş olanı sen istediğin gibi doldursun. Sen bilinçli olarak bu boşluğu doldurmazsan geçmiş programların senin için dolduruverir ve sen kendin olamazsın. Geçmiş tarafından kaçırılan, rehin alınan olursun. Landmark’ta farkına vardığım bu gerçek benim için yeni bir başlangıç oldu ve “Olan ve Olana Verdiğim Mana” arasındaki farkı gözlemlemeye ve ayırt etmeye başladım.
Rahmetli ablamı, annemi, babamı, anneannemi ve dedemi yeniden düşündüm, ardından ışığa giden yakınlarımı, dostlarımı ve arkadaşlarımı. Hepsi ciddiye almışlar ve çok mu mana vermişlerdi bu yaşama acaba? Onların adına bir yorum yapamam. Ancak kendi deneyimlerim üzerinden konuşabilirim. Bir zamanlar yaşamı çok ciddiye alırdım. Kendimden ve başkalarından, dünyadan beklentilerim vardı. Şimdi yaşam benim için bir hediye ve hediyem de oyun. Yaşam bir oyun fakat ciddi bir oyun. Hafife alınacak bir oyun değil. Bir sanat eseri yaratma oyunu. Korku enerjisini yönetmek, anda kalmak ve farkına varmak gibi ciddi ustalık isteyen bir oyun. Önümüzde fırçamız, boyamız ve yaşam deneyimimiz yaratacağımız boş bir tuvalimiz var. Bu tabloyu doldurmak bilinç ve bilgelik işi. İç dünyamızın yansıdığı bir tablodur yaşam deneyimimiz. Bilinçsiz bir şekilde çizilen, otomatik düşünce ve inançlar tarafından doldurulmuş bir tablo karalama defterine benzer. Yaşam hepimize bir kere verilen çok kıymetli bir hediyedir. Sahnede perdeler açılmadan önce yapılan pratikleri yoktur. Bir kere olur. Her an kıymetlidir.
Yaşamdan korkmayalım, korkusuzca oynayalım bu oyunu. Fırçamızı tuvalimize bilinçli seçimlerle, farkında olarak, hevesle vuralım. Fırçamızı vurmaktan, boya rengini ve ne çizeceğimizi seçmekten keyif alalım. Evrene güvenelim, sürece güvenelim. Korkunun yaşamımızın direksiyonuna geçip tuvalimize depresyon, keder, ıstırap, çaresizlik gibi resimler çizmesine izin vermeyelim. Onun yerine neşe, sevinç, şükran, mutluluk, sağlık, bolluk, bereket, kabul, teslimiyet, güven, merhamet, şefkat, anlayış, özgüven çizelim. Evrenin, yaşam tablomuza cennet bahçesi çizmesine izin verelim.
edebiyathaber.net (11 Ağustos 2022)