Bence Yayınevinden çıkıp Mart ayı itibarıyla kitap raflarında yerini alan “Hayat Irmağının Kıyısında” Diydem Deniz Koç’un ilk kitabı. Toplam dokuz öyküden oluşuyor. Kitabın adı içerisinde yer alan öykülerin adından bağımsız seçilmiş, her öyküye özel illüstrasyonlar yapılmış. Kitabın ön ve arka yüz kapak tasarımı ve öykülere ait illüstrasyonlar bizzat yazar ait. Yazma sanatına ek olarak görsel sanatını da edebiyatla kaynaştırıp harmanlayan yazar; algımızı her yönüyle açmaya çaba harcadığını göstererek sanatsal kişiliğinde komplike bir algısının var olduğunu gösteriyor bize. Her okura göre değişecek etkilenmeler, anlamlandırmalar olacağını düşünerek öykülerine kısa kısa değinerek istiyorum.
Ayna yüzler öyküsüyle; yetimler evinde büyümüş Âdem üzerinden giriliyor kitaba. Âdem’in ilk kez yüzünü gördüğü gün bütün dünyada bir değişim oluyor, herkesin yüzü aynaya dönüşüyor. Simgesel, metaforik bir üslup ile yaşamdaki çokluk ve katmanlılık algısını zorluyor yazar. Ben ve bizin ne kadar kopmaz olduğunu, biri olmadan ötekinin de olamayacağını sıkmadan keyifli bir anlatımla söylüyor.
Gravür öyküsü; zamanlar arası sıçramalarla mekânlar, metinler, sanatlar, kültürler, kuşaklar arası bir gezinim yaratıyor. John, annesi, Selma, Helena, İbrahim usta ve ressam Thomas Allom. Paris, eski ve yeni İstanbul, gravür, sarnıç, ipek böceği…
Öykü adeta öyküler geçidi. Rahatlıkla uzun bir roman içinde anlatılabilecekleri nasılda kısa öykü içinde anlatmayı başarmış yazar şaşkınlıkla karşılıyor insan. Aşkın keşfinin özünde kişinin kendini keşif yolculuğu olduğunu, bunun emeksiz, çabasız olamayacağını da öykünün bütün alt zeminiyle söylüyor bize. Yazarın düş gücünü en çok gravür üzerinden içsel yolculuğunda görüyoruz. İbrahim ustanın ipek böceği hikâyesinde de bütün öyküler kaynaşıyor özünü birbirine akıtıyor. Bütün yaşanılanların hizmet ettiği bir amaç vardır ulaşılması gereken.
Siste Yürüyenler; bilinmeyene yapılan bir yolculuk hikâyesi. Elbette bilinmezliğin en güzel zemini sisin içinde. Bir kadın, iki erkek beraber nereye giderler, neyin kavgasını ederler? Zamansızlık, mekânsızlık hissi… Son pişmanlığın faydasızlığını da derinlerinde hissederek gidilen o yere herkes kendi ateşini yanında taşıyarak yürüyordur belki de!
Dört Çarşamba; anlatıcısı insan olmayan bir öykü. Anlatıcı kendini başkalarında var ediyor. Yerde, gökte, suda… Mina vadisi, İbrahim’in inancı, ocaklar, kötülükle mücadele… Hayatın büyük dönüşümü ve onu hissedenlerin yüreğindeki sıcaklık, affedicilik, şefkat ne kadar bağlı birbirine, ne kadar olması gereken şey diyorsunuz okurken.
Adsız Orhan ve Taş Ustası; üç farklı karakter birbirlerini var ediyorlar bu hikâyede de. Adsız olmadan Orhan’ı, Orhan olmadan Adsız’ı, Taş Ustası olmadan hikâyeyi bütünleştirebilmek, birbirleriyle bağlamak mümkün olamayacaktır. İyilik olmadan kötülük, kötülük olmadan iyilik olamayacaktır sanki. Tıpkı hayatın çok yüzlülüğü, diyalektiği gibi… Öyküyle tezatlıkları, tezatlıklarına rağmen uyuşulabilirlikleri görüyoruz. Yazar; emekçi, dürüst, tertemiz bir taş ustasının eliyle önyargısız anlamayı öneriyor bize. O ki taşa şekil verebilendir, insana neden veremesin.
Mavi Mezar; balıkçı ile ona âşık bir martının öyküsü. Anlatıcısı çok; kaptan, martı engindeniz, balık ve anne. Yitik bir aşk ve onun acısıyla yitirilen yerin derin mavi bir mezara dönüşmesi, acının abideleşmesi, tekrarlanan hatalar ve giderek yaşamın bu acıyla anlamlandırılması.
Mağaradaki Üç Kişi; kadim zaman mesellerinden türemiş, büyüyememiş toplumun, bireyin bir türevi. Günümüzde yaşanılanların bir hikâyesi aslında. Mitolojik kahramanlar ve söylenceler, kutsal kitaplar, mağara, kara ve onun silahlı gücü böcekler. Seçilenlerin çoğu yakın tarihimizle çağrışımlı gibi. Hep aynı bilinç çatlaması, bölünme, parçalanma, yenilme. O halde acı devam ediyor, edecektir de. Peki, nereye kadar? Ama yine de Kibele‘nin varlığı anaç bir bakış, şefkatli bir sabır, o çocuğun bir gün büyüyeceğine duyulan inançtır aslında.
Yoksa ben mi; öyküsü cezaevinde uzun süredir yatan bir kadının iç monoloğu gibi. Çocuklukta yaşanılan travmaların kişilikleri nasıl etkilediği ile yaşamdaki karar ve davranışlarını nasıl şekillendirdiğini bir iç hesaplaşmayla anlatılmış yazar. Samimi bir hesaplaşma suçlunun içindeki insanı ortaya çıkaracak, sistemi sorgulamayı sağlayacaktır. Öykünün sonunda şu sorunun sorulması kaçınılmazdır: Sahi suçlu kimdir? Birey mi, toplum mu, sistem mi?
Kalbimdeki Sarmaşık; yemek üzeri içilen keyif kahvesi tadında bir son öykü. İçinde anlatılan her ne kadar yalnızlık, ölüm, ayrılık, karşılıksız aşkın acısı olsa da edebi lezzet sanki öykünün asıl varoluş nedeni. Hepimizin hayatında bizi yaşama bağlayan nesnelerle kurduğumuz böylesi duygusal bağlar vardır. İnsanın en kötü koşulda bile çözüme dönük bir yanının olduğunu acıklı bir aşk hikâyesiyle de olsa anlatıyor yazar bize. Umut veriyor ölümü anlatırken yaşayanlara.
Hayat Irmağının Kıyısında öykü kitabında yer alan öykülerin bütünü hakkında bir değerlendirme yapmak gerekirse; genç yazarın sanatsal potansiyelini çeşitli alanlardaki uğraşlarıyla görünür kılmayı hedefliyor gibi. Bu kitabıyla yaşam hakkındaki zengin gözlem ve kavrayışlarını paylaşıyor bizimle. Diğer yandan kitabın arka yüzünde belirtilen Jale Sancak’ın sözlerine de katılmamak mümkün değil. Yazar çoğu öyküsünü kafkaesk bir üslupla, okuyucuyu şaşırtmayı severek yazmış. Bütün öykülere çok katmanlılık, çok zamanlılık, çok mekânlılık hâkim. Öyküler zengin imgelerle, mistik mitolojik göndermelerle büyülü bir anlatıma dönüşmüş. Öykülerde zaman geçişli olmakla beraber aynı zamanda bugüne de odaklı. Öykü kahramanların çoğu yalnızlaştırılmış ya da kendi tercihleriyle yalnızlaşmış, bu nedenle bunalımlarıyla baş başa boğuşan kimseler. Öykülerin tamamı derin ve her okunuşta okuyucunun yeni anlamlar çıkarabileceği nitelikte. Akıcı, dil zenginliği içeren hikâye kurguları başarılı, metnin içinde boşluk bırakmıyor. Nedenselliği belli oranda takip etmiştir yazar. Her ne kadar bireyi anlatmışsa da aslında bize toplumu, toplumsalı göstermekte. Sevgi bütün varoluşun ulaşması gereken bir yücelme, her şeyi saran sarmalayan iyileştiren en büyük güç. Kitabı okuduğunuzda bir ilk kitap olmasına rağmen güçlü, coşkulu edebiyatın bütün yoğunluğunu üzerinde taşıdığının farkına varıyorsunuz.
Zeynep Ertunç – edebiyathaber.net (27 Mart 2015)