Hayata kadim bir dokunuş: Nişa | Funda Dörtkaş
Hayat, geçmiş denen kalın duvarın dibine sinmiş tortunun üzerinde birikir. Geçmişin anımsattıkları zamanın sürekliliğine tezat bir ağırlıkla yığılır. Böylece hayat ve anlam, birbirlerine uymayan aksak bir ritimle yinelenir, dönüşür. Terry Eagleton’un dediği gibi hayatın anlamı üzerine düşünmek, sorulacak sorulara yanıt aramanın zorluğunu işaretler*: Modern hayatın fazlasıyla anlamlı ya da gerektiğinden az anlamlı olması farklı savaşımları besler. Değişen amaçlarıyla hayat, insanın ona kazandırdığı anlamla donanır ve biçimlenir. Artık erişilmez olan geçmiş, bizi tanımayandır. Biz, heyecanlı bir aşinalığın ardına sığınanlar, geçmişten mahrum kalışımızdan mı şimdiki zamanın bulanıklığından mı bilinmez ruhlarımızda gittikçe büyüyen boşluğun muhteviyatına bir isim bulmak için uğraşıp dururuz: Hayatın anlamı!
Hayatı, onu kullanarak ve tüketerek var edeceğimiz yanılgısı ile değiştirdiğimiz kentlerin; nankörlükle vurdumduymazlık, menfaatçilikle kibir arasında erittiğimiz ilişkilerin, arkadaşlıkların; söylediklerimizle yaptıklarımızın habis karşıtlığının, kendimize benzemediğinden ve dahi benzetemediğimizden bayağı bulup yok saydıklarımızın etrafında dehşetle yaşıyoruz. Kendimize reva gördüğümüze hayret bile etmeyişimiz ziyadesiyle izahtan muaf. Öyle bir toz bulutu yükselsin istiyoruz ki bir anda, arınmanın muştusu gibi, eğilip bükülen yanlarımızı düzeltsin, kinayeli köşelerimizi büksün, sırtımızda taşımaktan yorulduklarımızı temizlesin, ruhumuzu yontsun. Yaşadığımız kentlerin yenilendikçe eskiyen, çirkinleşen, solan ve yıpranan çehresine dokunsun. Bir nevi hayat kalayı olsun. Nişadırdan medet umsun. Teferruatı ise, o da işte, yaşadıklarımızdan ibaret sayılsın.
“Hoş geldin Nişa, hoş geldin yüreğimin kalayı. Dünya güneşin etrafında dönerken sancılıdır, ama hiç yorulmaz ateşte pişerken. İnsanların çoğu tam tersi, karanlığı çağırırlar. Sen dilimin, gönlümün kalayı, ışıklar seni korusun. Gönlünü aç dünyaya vatanımızdır bizim. Sevgiyle döner, güler, karanlıkta eğilir yüzü. Yüreğini genişlet, başını dik tut ki dünya sana sevgisini sunabilsin.”
Tekgül Arı, Notabene Yayınları tarafından basılan Nişa-Kaybolmaya Hazır Değilim adlı romanında yoksulluğun ve çaresizliğin içi kemiren şüphe gibi çöreklendiği Ankara’nın bir gecekondu mahallesinde yaşananları, mahallenin ıstıraptan ve fark edilmemişlikten kurtuluş yolu olarak gördüğü doktor adayı Defne’nin gözünden anlatıyor. Kentsel dönüşümün baştan yaratmak için kepçelerini dayadığı mahallede yaşayanların uzun bir itiraf gibi taşıdığı ümitsizliğini, sıkıntılarını, kızgınlığını, arayışlarını ve ön yargılarını avutmadan, bilindik tanımlamalarla genellemeden detaylandıran roman, Çingenelerin* yaşadıklarıyla anlamlandırdıkları ve derinleştirdikleri bilgeliği de gösteriyor. İçselleştirilmiş bir dışlama pratiği ile ötelenen, ötekileştirilen Çingenelerin yaşam tahayyülünü ve mahalle sakinlerinin giderek kendi hayatları içine kapanan yalnızlıklarını hakiki birer özne olarak konumlayan Arı, abartıya kaçmadan “kim” olduğumuz sorusunu yöneltiyor. Bu sayede biçimlendirici bir amaç arayışını kenarda bırakarak anlatıyla kesintiye uğramayan bağ kurmanıza olanak tanıyor. Kentin yaşam kaynaklarına ait belirleyiciliğini, kentsel dönüşümün sonuçlarını, gündelik hayat pratiklerini insanın dış dünyaya yabancılaşması ve iç dünyasıyla yaşadığı çatışma bağlamında alımlayan roman, kent hakkı üzerinde tekrar düşünmeyi de sağlıyor.
Kentsel dönüşümün karanlık yüzünün özellikle yoksullara, öteki olarak ayrıcalıksız konuma düşürülenlere, mevcut siyasi iktidarın çemberinden dışlananlara dönük oluşu, toplumsal sınıf bağlamından kopartılamayacak yaratıcı yıkım etkisini kenti dönüştürme pratikleriyle birleştirir*: Kentin nasıl olması gerektiği sorusu her türlü toplumsal ilişki, bağ ve bağlam ile yakından ilintili olduğu gibi doğa, hayat pratikleri ve teknoloji arasındaki deneyimle de doğrudan bağlantılıdır. Bireysel özgürlükten çok kendimizi değiştirme hakkı veren bu gerçek, ortak gücün kullanımıyla belirgin bir çehreye sahip olabilir. Kent hakkının gözden kaçırılan oysa vazgeçilmemesi gereken insan hakkı oluşu esasen kenti ve kendimizi yeniden inşa etmenin özgürlüğünü de vurgular. Bu bağlamda Tekgül Arı romanında kent hakkının bir özgürlük yaratım alanı olarak biçimlendirilişine mekânsal karşılaştırmayla yanıt veriyor demek sanırım yanlış olmayacak. Sahip olduğumuz ile reddettiğimiz; ilkel görülen ve gelişmiş sayılan arasındaki fark nedir? “Tüm fenalıklar insanın merakından” mı gelir?
Mahallenin yokluk içindeki mucizesi Defne’nin mağarada yaşayan Nişa ve Şükrü ile ilişkisinin yoğunlaşması, mağaraya misafir edilişi, Çingene kültürünün her şeyi kavrayan ve kapsayan yaşam bilgeliğine Nişa ve Şükrü arasındaki sevgiyle tanıklığı, mağara duvarlarında gördüğü resimler ile dış dünyanın bu denli farklı oluşuna hayreti, istenmeyen eski ve arzulanan yeni arasındaki bağlamı arayışı, okuru kenti kent yapan nedir sorusu üzerinde yoğunlaştırıyor. Mağara ve apartman ekseninde, esas mucizenin hangisinde olduğuna yanıt aramak, yaşamla yüzleşme ve hayatın anlamı adına romanda önemli bir detay. İlkel olan bu denli kötüyse, gelişmiş olan neden mutluluk vermiyor? Dünyevi isteklerini apartmanda yaşayabilmekle özdeşleştiren insanların çaresizlikten sebep yerleşik kötümserliğine, Defne’nin kimi zaman öfkeye dönüşen sorgulamalarını ve Nişa’nın kötücül olandan aşkın simgesel anlam dünyasını ekleyen Tekgül Arı, umutsuzluk yerine farkındalığın dönüştürücü gücüne odaklanıyor.
Mahalle sakinlerinin birbirleriyle ilişkilerini, Defne’nin ailesiyle özellikle annesiyle yaşadığı sorunları, annesi Narin’in geçmişle görülmemiş hesabından kalanlarla omuzlarında ağırlaşan yükü, babasıyla henüz tamamlanmamış yas gibi sessiz ve karanlık kalan iletişimini, arkadaşları Emre ve Ayça ile mesafesi kapanmayan uzaklığını farklı alt metinler aracılığıyla somutlaştıran Tekgül Arı, yer yer anlatıcı dilini değiştiriyor. Böylece yazar, kendisi ve romanın karakterleri arasına ince ve fakat belirgin bir mesafe koyuyor. Roman karakterlerinin her birinin hikâyesi, zaman ve mekân arasındaki geçişleri hem sağlamlaştırıyor hem de okuru romanın ana karakterini bulma çabasıyla baş başa bırakıyor. Aynı zamanda iyiliği ve vicdanı, kötülüğü ve ötekileştirmeyi, yoksulluğu ve diren(me)me pratiklerini, toplumsal olan karşısında söylem-eylem tutarsızlıklarını dış dünyanın gerçeklerini kapsayan, iç dünyanın varlığını da yadsımayan bir kurguyla çerçeveleyen Tekgül Arı, Nişa-Kaybolmaya Hazır Değilim adlı romanında “dilini kilitleyen, içini kilitleyemeyen” insanların hikâyesini nişadır tozuyla buluşturuyor.
“Bizim mahalle hep birinci boyutta. Apartman olunca evlerimiz ikinci boyuta geçer miyiz? Dar sokak kenarlarına kurulmuş, derme çatma evlerin önünden, her gün iki kez geçip giderim, Aralarına küstahça yerleşmiş üç katlı sahipsiz evin, dökülmüş sıvalarını, pas tutmuş kilitli kapısını görmez gözlerim. Heybetine vurulmuşum bir kez. Üst kattan nasıl görünür sokak düşünmeden edemem… Bir kilometrelik düşler kurarım, yokuşu çıkarken. Yokuşu çıktım mı şehir serilir önüme, unuturum o evi. Uzağa bakarım. Karşı dağın ardını hiç merak etmem. Bizim dağın içine sıkışmış evler yıkılınca ne olacak, sorusunun cevabını görürüm.”
Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (15 Ocak 2018)
* Eagleton, Terry. (2012), “Hayatın Anlamı”, Çev: Kutlu Tunca, syf. 42-45, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
* Çingeneler için farklı adlandırmaların çeşitliliğinden kaynaklı olarak topluluğu ifade etmek için romandaki kullanılışa sadık kalınmıştır.
* Harvey, D. (2008), The Right To The City, New Left Review 53.