Bu hayatı en az bir kez yaşamış olanlar iyi bilir ki; hayatımız ne kadar sıradan, düz ve birbirini tekrar eden olaylardan oluşursa oluşsun, kişisel yolculuğumuzun sonunda asla aynı insan olarak kalamayız. Hayatın döngüsü içerisinde, başladığımız yerle, geldiğimiz yer arasında koca bir fark vardır. Neticede hayat sadece momentten değil, aynı zamanda içsel de bir yolculuktan oluşmaktadır. Bu hayatın yazılı olmayan nadir kurallarından biridir. Neticede öyle ya böyle bir yolculuğun içerisindeyizdir, kişisel hikayemizde, hayata yüklediğimiz anlamlar ya da mutluluk tanımlarımızda da büyük değişiklikler olabilir. Bu da kaçınılmaz olandır. Neticede, hayatta her an beklenmedik olaylar ve gelişmeler olabilir.
Modern İtalyan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilen Alessandro Barrico, kült eseri İpek’te bu soruların peşine düşüyor. İlk olarak, Şemsa Gezgin’in Türkçeleştirmesiyle 1997 yılında okuyucuyla buluşan İpek, aynı zamanda İtalyan yazarın en önemli eserleri arasında yer alıyor. Kitabın daha sonra sinemaya uyarlandığını da hatırlatalım.
İpek, 100 sayfalık bir novella. Barrico’nun kendine özgü şiirsel anlatımı ve geçmişi ele alışı bu kitapta da karşımıza çıkıyor. İpek, fonda 1800’lü yıllardaki salgın hastalıklar sebebiyle ortaya çıkan ipek böceği krizinin yer aldığı, hikayenin ana merkezinde ise ‘sıradan’ ve tekdüze bir hayat süren Herve Joncour’un Japonya’ya gitmek zorunda kalmasıyla başlayan bir nevi içsel yolculuğunu anlatıyor.
Beklenmedik bir yolculuk
Yıl, 1861. Fransa ve genel olarak Avrupa’da salgın hastalıklar, savaşlar nedeniyle ipek böceği kolay kolay yetişmiyor. Yetişenlerden de hastalık sebebiyle verim alınamıyor. Bu sebeple, Avrupalılar, ipek böceği alabilmek için Suriye ve Mısır’a gitmek zorundaydılar. İşte, bu dönemde babasının yönlendirmesiyle asker olmuş, cepheden yeni gelmiş Herve Joncour isimli bir genç, hayatını tamamen değiştirecek Baldabiou isimli ipek böceği tüccarıyla tanışır.
Baldabiou, babasını da ikna ederek Herve’i işe alır. Herve Joncour, bir çok insanın tersine hayata karşı büyük idealleri olmayan, karısı Helene ile vakit geçirmekten hoşlanan biridir. Lakin, Herve’in yaşamı, Baldabiou’yla tanıştıktan sonra tamamen değişir. Salgın sebebiyle, ipek böceğinin temini için Afrika’ya yolculuklar yapar. Lakin, Avrupa’daki salgın, Afrika hatta Hindistan dolaylarında bile görülmeye başlayınca, geriye tek çare kalır: o da salgının henüz bulaşmadığı Japonya’dır. Japonya, o tarihlerde dış dünyaya kapalı bir yerdir, üstelik yasalar gereği dışarıya mal satmak da yasaktır. Bunun dışında ise, adaya gelen yabancılar pek hoş karşılanmamaktadır. Herve, işte böyle bir ortamda bilinmedik, haritada bile yerini zor bulduğu gizemli adaya doğru yola koyulur. Yolculuğu zorlu ve yıpratıcıdır. Viyana, Budapeşte, Kiev ve Baykal Gölü’nü aşıp, Japonya’ya ulaşır. Burada da, binbir zorluğu atlatarak, Japon ipek kralı Hara Kei’nin yanına ulaşır. Hara Kei, Herve istediği ipek böceklerini verecektir. Herve, istediğini, bu özel ipeği elde etmiştir. Lakin, bu alışverişte, Herve’in dikkatini ve ilgisini ipekten ziyade, İpek Kralı’nın gözdesi olan gözleri o bölgenin insanlarına hiç benzemeyen kız/kadın çekmiştir. Herve, Hara Kei’nin huzuruna çıktığında, gözleri kızınkiyle kesişir. Bu sessiz temas, Herve’in hayatını tamamen değiştirecektir; çünkü aynı dille konuşmadığı ve kim olduğunu bile bilmediği bu kıza tutkuyla bağlanmıştır bile. Herve’in Japonya seferi daha sonra defalarca tekrarlanır. Herve, artık eski benliğinden uzaklaşmıştır. Gizemli adaya her seferi onu bambaşka bir kişiliğe büründürmüştür. Bu dönüşümün en büyük sebebi de ismini bilmediği o kızdır. Üstelik, Helen de eşinin değişimini hissetmiştir. Zaten Herve de büyük bir ikilimin içerisine düşmüştür. Karısının sadık sevgisi mi yoksa genç kızın tutkulu aşkı mı? Mutluluk hangi gözlerde saklıdır? Herve içerisine düştüğü bu zorlu sorulara yanıt bulamaz. Lakin zihninden kızın gözleri gitmez ama Helene’nin yanında da olmaktan mutludur.
Herve’in gözleri her oraya gittiğinde o kızı aramaktadır. Onunla karşılaşmak, gözlerine bakmak ve o sessizliğin içerisinde kızla hiç diyalog kurmadan anlaşmaya devam eder. Kız da Herve, onun kendisine baktığı gibi bakar. Adı konulmamış bir aşktır bu. Göz bebekleri birbirine temas ettikten sonra, anlam başlar zaten, kelimelere ihtiyaç yoktur artık. Zaten bazı anları da kelimelerle tarif edemezsiniz.
Lakin, olayların seyri hiç de beklendiği gibi gelişmez, bazı hikâyelerin kaderi yarım kalmak üzerinedir. Tamamlanması mümkün olmayan bir yarım kalmışlık… Cazibesi de buradan gelmektedir belki de. Lakin her yolculuğun da bir döngüsü vardır. Başladığınız yerdeki insan değilsinizdir artık. Herve’in de kaderi bu döngüden uzakta değildir.
Eve dönmenin yolları
Alessandro Barrico, bu küçük romanında, ‘sıradan’ ve iddiasız yaşam sahip karakterini bir yolculuğa sokuyor. Bu yolculuk epik bir yolculuk değil, Herve, dağları aşıyor, denizleri aşıyor, tehlikeleri atlatıyor lakin, yazar tüm bu detaylarla ilgilenmiyor; hatta, Herve’in Japonya yolculuğu sırasında yaşadıklarını birer cümleyle geçiştiriyor. Barrico’nun derdi biraz başka, bu noktada. Yazar, kitap boyunca mutluluk arayışımızı ve hayatın anlamını sorguluyor. Büyük laflar etmeden, beylik felsefik cümleler kurmadan hem de… Tutkularımız mı önemli yoksa, sahip olduğumuz küçük krallıklar mı? Bu sorunun cevabı elbette ki herkes için çok farklıdır. Lakin, daha önce de söylediğim gibi, tüm iyi hikayeler eve dönmekle alakalıdır. Hikâyemizdeki ev de hiç şüphesiz kara parçaları değil, aşık olduğumuz kişidir. Yaşadığımız onca hikâyeyi hep ona dönmek için yaşarız zaten. Belki de hayatın özü de buradadır kim bilir.
edebiyathaber.net (20 Ekim 2019)