Bir ağacın hangi insanın gövdesinden köklendiğini, dallarındaki yaprağın yeryüzüne ardında bir sıyrık gibi bıraktığı sesin içinde kimin acısının tahammülünün olduğunu hiç bilmiyoruz. Tıpkı bir çiçeğin tozunu mesafelere bölen rüzgârın vakitsizliğini, pencerenin pervazında kırılan güneşin dalgınlığını hiç anlamadığımız gibi. Gökyüzünün zamanını kanatlarıyla taşıyan kuşların dilini, bulutların haklı gücenikliğiyle biriktirdiklerini, kelebeklerin telaşla geçen hayatlarının gizemini de hiç öğrenemiyoruz. Tıpkı kıyıya vuran öfkeli bir dalganın serinliğine tuttuğumuz bütün yasları ödünç vereceğimize hiç inanmadığımız gibi. Uzak baharların, yakın kışlardan alacağı bitmiyor çünkü.
Bu ülkenin talihi değil makûs olan, reva gördüğünü hak saymadaki tecellisi. Mukadderat denenin ağzından çıkanların soğukluğu yüzümüze çarptıkça, sabahla akşamın arasında, toprağın gölgelendiği ve kenarında biriktiği taşın altındaki lekelerin her birini, ruhunu taşıyamayan hantal ve yorgun gövdelerimizin üzerinde yaşamın ve ölümün izi olarak büyütüyoruz bu yüzden. “Yakınlık duyduğumuz biri ölünce, bunu izleyen ayların gelişmeleri içinde öyle bir şey vardır ki,” der Walter Benjamin, “her ne kadar onunla paylaşmak istersek de- sanki ancak onun uzakta oluşu sayesinde meydana gelebildiğini fark eder gibi oluruz. Onu sonunda, artık anlamaz olduğu bir dille selamlamaktayızdır.”* Tam da bundan sebep, ölülerimizi selamlarken kullandığımız, anlamaz olduğumuz dillerin sayısının çokluğundan, birbirimize anlatırken utandıklarımızdan, öncesinden ve sonrasından her şeyin, ne acısı geçiyor ne yası bitiyor yaşadıklarımızın…
Menekşe Toprak, İletişim Yayınları tarafından basılan yeni romanı Arı Fısıltıları’nda geçmeyen acıları, bitmeyen yasları zamanın ve mekânın ötesinde bir kavrayışla anlatıyor. Döngüsel zamanın yakamıza yapışan yinelenişini ölümün ve yaşamın karşılaştığı yerde buluşturuyor. Acının derin yarığının ortasından hatırlamanın ve unutmanın anlamını çıkarırken; duyu ve bakışın temsilini merkeze yerleştiren bir anlatı evreniyle yakın tarihte yaşadıklarımıza odaklanıyor. Bu odaklanış, mekânsal ve zamansal imgelerin yanında yeryüzünün ve doğanın bilinçte sınırsız, bakışta belirgin imgeleriyle de birleşiyor. Berkin’e, Veysel’e, Ezgi’ye, Dilek’e ve katliamlarla gülümsemeleri soldurulanlara, çocukluğu çalınanlara, gençliği alınanlara satırlar boyu dokunuyoruz böylelikle. Köydeki dağların sıralanışından, arıların fısıltılarına; ağaçların sesinden, toprağın rengine değin “hikâyesi uzun ama nasıl da bir göz kırpması kadar kısacık bir hayatmış bu” diyen Zahide’nin ölü gövdesine ses olan ruhunu tanıyoruz. Yirmi yaşının durduğu yerde, o meydanda, yüz kişinin arasında gövdesini arayan Suna’nın mahşer yerinde bulutlara bakışını; Zahide’nin Olcay’ın yüzü dağlara dönene kadar geçmeyen huzursuzluğunu; incinen ruhları nazikçe bir çiçekten aldığı polenle taşıyan, diğer çiçeği bıraktığı tozla meyvelendiren arıların hayatın hiçliği karşısındaki çabasını, insanla doğayı, kocaman bir helallik meydanının ortasında buluşturuyor Arı Fısıltıları.
“Ne çok insan var onlar gibi. Ne çok kadın, ne çok erkek, genç, yaşlı… Sessizler. Konuşurlarsa, bir toplu yası bozacak, konuşurlarsa birbirlerinin acılarını incitecekler sanki. Ama uzaktan sesler geliyor…”
Ölenin toprakla karşılaştıktan sonraki ilk yedi gününe atıfta bulunan zaman akışıyla başlayan roman, acıdan uzaklaşıp hayata yakınlaşma isteğini şehir ve taşra bağlamında da ele alıyor. Öte yandan geçmişle şimdi arasındaki bağı, iç anlam ve dış anlam imgeleriyle bütünleştiriyor. Bir ev kurma ve badem yetiştirme hayaliyle karısı Azime’yle birlikte köyüne geri dönen Derviş’in (ki Derviş adının romanın ana karakteri için neden tercih edildiğini romanı bitirdiğinizde anlatının alt metnindeki Şamanizm detaylarıyla daha iyi anlıyorsunuz) çok şey duymuş ve yaşamış ömründe bir sabah evine gelen misafirlerin varlığıyla ve yanlarında taşıyıp getirdikleri ölümle yedi günde farklılaşan hayatının ortasında Arı Fısıltıları, taşrayı bir mecburiyet alanı değil hatırlamaya ilişkin bir bellek uzamı olarak kurguluyor. Kuşkusuz bu yönelim, insanın ruhunda kendisini en çok gösteren ve içe yönelik olan boşluğu kapsayan bir niteliğe de sahip.
Arı Fısıltıları’nda taşra ve şehir, olduğu yerden kopuş ve döndüğü yere benzemeyiş olgusuyla detaylandırılırken, ölümden (gerek imgesel gerek hakikat olarak) kaçışın mekânsal mesafelenme olanağı da sorgulanıyor. Derviş, “Şehirden, o kalabalık ölülerinden kurtulmak için döndük ama ölüler durmuyor, onlar da dönüyorlar işte” diye düşünürken “insan yaşamla bağlanamadığı bir yere, ölümle bağlanabilir miydi” sorusuna yanıtı arıların fısıltılarından alıyor. Derviş’in ruhunda ve gövdesinde roman boyunca cisimleşen boşluk, onun sırra erdiren rüyalarının anlattıklarıyla ve evde sadece kendisinin gördüğü o kütleyle büyüyor, büyüyor. Aslında Derviş, ansızın beliren bir deneyimin norm dışı tekilleşme imkânı biçiminde, hem hepimizin vicdanını hem inancını taşıyor**: Kutsalın diyalektiğini ve anlamını dışavuran, ete kemiğe bürünmüş halini tanımlayan, “seçilmiş”, emanet edilen biri olarak Derviş’in doğaüstü olanla derin ve yoğun iletişimi, bize kültürel ritüelleri, mitleri ve sihirsel/manevi gücü de aktarıyor.
Doğanın ruhları, arıların fısıltıları, ateşin anlamı, rüzgârın esişi, gecenin sesi, kelebeğin narinliği böylelikle sabrın gizli dili ve iç çağrısı oluyor romanda. Hayata ayak uyduramadığı için intihar eden Olcay’ın, yazdığı mektupta köyde “yüceliği kibrinden değil, insanın küçüklüğünden” olan dağları görecek şekilde gömülme isteğini yerine getirmek isteyen ablası Yeşim’in Derviş’ten yardım talebi, Derviş’i köye dönerek inşa etmeyen çalıştığı yeni hayatını varlıksal olarak başkalaştırıp esasen doğaüstü bir bağlama taşıyor. Bu bağlam, insan ve doğa ilişkisini yeniden oluş ve tamamlanış şeklinde ilerletiyor. İnsanın iç düzensizliğine rağmen doğanın dış uyumunu, kültürel kodlarda ve ritüellerde somutlaştırıyor. Yedi gün boyunca huzur bulamayan ruhlarıyla konuşan ölenler ve onların ruhunu huzura erdirmek için doğanın işaretlerini takip edip seslerini dinleyen yaşayanlar, Arı Fısıltıları’nda hikâyeyi tamamlamak için ateşten, dağdan, topraktan, arılardan öğrendikleriyle bize soruyor:
İnsanın geri döndüğü yer neresi ki? Acıya helallik isteyen bir teselli gibi ölümle bağ kurmak mı aslolan? Ya da nasılsa unutacak olduklarını hatırlamak mı? Beden toprağa neden erken kavuşur peki? Ateş köze dönene, toprak gövdeyi örtene kadar boşlukta salınan ruhun tozunu mu taşır arılar oradan oraya yoksa?
“Bedenini unuttuğunda, diğer her şeyi de unutacaksın. Bir zamanlar bir isminin olduğunu, tek bir dilde konuştuğunu, o dille o ismi aldığını, bir cemaate, bir aileye, bir eve ait olduğunu; hayat denilen gailenin aslında bir tesadüf, isimlerin önemsiz, yüzlerin unutulur, yalnızlığın kötü değil de aslın ve gerçeğin olduğunu. Bunları öğrenmen için de gözünün üzerindeki o pırıltılı dünyeviliğin çekilmesi gerek önce. Daha yedisi var bunun, kırkı, hatta elli ikisi… Boşuna değildir bunlar…”
* Benjamin, Walter. (2016), “Tek Yön”, Çev: Tevfik Turan, syf. 21, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
** Eliade, Mircea. (2018), “Şamanizm”, Çev: İsmet Birkan, Ankara, İmge Kitabevi.
Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (20 Temmuz 2018)