Biraz düşün: Hayatın uzun bir listeler listesinden ibaret. Hak ettiğin ve çoğunlukla etmediğin pek çok şey yaşıyorsun. Hepsini listelere yazıyorsun. İyi ve kötülerden oluşan listeler yapıyorsun… Sana kötü davrananlar. Sana sebepsiz gülümseyenler. Sana dost olanlar. Seni sevenler. Seni sevmeyenler. Senin erken kaybettiğin babalar, sevgililer… Seni aldatanlar. Seni kandıranlar. Senin için kanının son damlasına kadar yanında olanlar. Senin için kendini feda edenler. Seni kendileri için feda ettirenler… Seni uzaktan sevenler… Senin hayatına durduk yerde hayatına dertleriyle girip, önce sevgi sonra dostluk önerip hepsini kabul ettiğinde bir sevgili bulduğu an rencide olup kaybol diye paramparça edenler… Ve bunun özrünü sen sağlığını, işini kaybedince lütfederek dileyip, kabul görmeyince de seni sapkın ilan edenler… Sana kucak kucağa kurdukları tuzakları kıskandırma çanlarını çaldırınca, döndükleri güvenli limandan küçük çocukların rızıklarını elinden almak pahasına sahte Don Kişot gibi yel değirmenlerine saldıranlar… Ve onların ne kadar üzüldüğünü isimleri yinelene yinelene kutsayanlar… Sen hiç var olmamışsın; ışığını başkasının ışığı yapmak için tüketmemişsin gibi davrananlar… Senin onların mutluluğunu kıskandığını sananlar… Senin hep kötülük istediğini ve bunu yazdığını sananlar… Seni hiç tanımayanlar… Seni hiç tanıyamamışlar… Senin onda neler öptüğün sorusuna şehvet dışında yanıt veremeyenler… Senin ne okuduğunu, ne yazdığını bilmeyenler… Ve bunları çok iyi bilenler… Ama en çok da, sen iyi de kötü de davransan bunu yaparken ne hissettiğini bilip de susanlar… Belki biraz yazanlar… Kendi yoluna gidenler… Sadece başladığı yere bitişini şerh düşenler…
Listelerden söz edince nasıl da kişiselleşiyor işler. Bu yazdıklarımın hayatın size önerdiği 5 kitapla ne ilgisi var? Hem de öyle çok var ki… Benim edebiyat anlayışım: muhteşem bir edebiyat mühendisliğini kutsamak üzerine değil… Hiçbir olay, kurgu ve üslup açığı vermeyen; okura birkaç sayfa olsun dikkatini dağıtma olanağı sağlamayan… Yani hesaptan oluşmuş kitapları okurum ama böyle iddialı bir başlığın konusu yapacaksam önermem. Roman dediğin, yazarın konudan ne denli uzaklaşıp sonra bir şekilde okurun kendini konunun tam ortasında buluverdiği… Yani tam anlamıyla yollar ayrıldıktan sonra kozmik bir şakayla yolların birleşmesidir… Tanrı şakacıdır… Lakin elde değil ağlarsın olan bitene… Doğduğumuzda ilk yaptığımız eylemin hayatımızı şekillendirmesi üzülürken ve senirken ağlamamız üzerine de yazmayacaksak, konuşmayacaksak ve düşünmeyeceksek; bunca iletişimin ne gereği var? Yine de ben en iyisi okursanız edebiyatın, eleştirmenin ya da başka hiçbir otoritenin değil her türlü kötülüğü, karamsarlığı ve bazen açan güneşiyle hayatın size önerdiği kitapları yazayım.
Yedi sayısının uğurlu olup olmaması ya da bu konudaki inanca ilişkin herhangi bir bilimsel araştırma olmasa da... Veya olup da gözümden kaçsa bile belki de bir romancının yedinci romanında ancak kendi tadını, kendi tınısını bulduğundan bahsetmek için Marquez‘in Kırmızı Pazartesi’si biçilmiş kaftan… Herkesin işleneceğini bildiği bir cinayetin anlatısı Kırmızı Pazartesi, bu tür cinayetlerin dünya medyasında sunumu için bir deyişe dönüşse de (Örneğin, Hrant Dink cinayeti), bu dil özelliğinin dışında başka şeyler saklıyor içinde…
Marquez’in dili Kolombiya’nın yerel anlatı dilinin dünya klasiklerinden süzülmüş halidir ve biz ne vakit Marquez’in anlatısını okuduğumuzu düşünsek de, fonda daima mucizelere, küçük kıyametlere, rüyalara, hissetmeye, ölülerle konuşmaya, kutsanmaya, lanetlenmeye ve doğaüstü bu tür gelişmelerin haricinde kimin kime sevdalandığına, kimin daha şehvetli olduğuna ve kimin parasını çarçur edeceğine dair sarsılmaz bir inancı taşıyan Marquez’in babaannesinin sesini de duyarız. Ki bu ses aynı temalara inanan Anadolu kültürüyle kardeştir ki, bu da Marquez’i sadece dil ve kurguyu muhteşem kullanan bir yazar olarak listenin başına yazdırmakla kalmaz… Kırmızı Pazartesi, Marquez’in Yüz Yıllık Yalnızlık’tan da büyük yapıtıdır. Ama bu muhteşem eserin gölgesinde kalmıştır. Çünkü Latin Amerika kültürünü bir festival gibi sunan Yüz Yıllık Yalnızlık, Marquez’in tanınmak, para kazanmak ve yazarlığını kabul ettirmek için okura soluk almaya fırsat koymadığı yapıtıydı. Uzun süre nasıl yazılacağı düşünüldükten sonra edebi inşa süreci tamamlanıp yayınlanmıştı. Ve Marquez, artık ne yazarsa editörlerinin içinden hiçbir parçasını atamayacağı, okurun da ret edemeyeceği bir yetkinliğe ulaştığında herkesin işleneceğini bildiği bu cinayet hikayesini yazdı. Kız kardeşlerinin gerdekte bakire çıkmamasını Santiago Nasar’dan bilen domuz kasapları Pablo ve Pedro Vicario, öleceğini rüyasında gören Santiago’ya ve Santiago’nun öldürüleceğini bilen tüm kasabaya rağmen ellerini kollarını sallayarak bir cinayet işler. Öldürülenin kanı katillerin kapısına kadar akar… Hem bu metafor, hem romanın kurgulanışı, hem üslubu Marquez’in romanı yazmadığı hayattan bir parçayı alıp romana koyduğunu gösterir ki… Bunun gibi bir roman hayat hakkında çok şey söyler…
2- Diriliş
Romanlarını Tanrı, adalet ve insanlığın temel sorunları gibi meseleleri kendi bakış açısıyla kabul ettirmek için yazan… Ve bunu da dünyanın en iyi yazarı Tolstoy‘dur diyenlere kimlik verilse, dünyanın el kalabalık ülkelerinden birini kurduracak denli iyi yapan bu büyük Rus’un en hayata dair romanıdır Diriliş… Nehludov, evlerinde kaldığı Katyuşka’nın güzelliğinden etkilenip onunla yatağa girer ve bu aşk eylemi Nehludov’un çekip giderek bir prens olması, Katyuşka’nın da hamile kalıp, sonu seks işçisine dönüşmesiyle tamamlanır. En nihayetinde bir cinayetle suçlanan Katyuşka’nın hayatı Nehludov’a sevip inandığı için kökünden değişir ve Tolstoy, iyi insanların gerçek erdemi olan pişmanlığı romanın ekseni yapar. Rusya’nın en etkin preslerinden olan Nehludov, geri dönerek hayatını mahvettiği Katyuşka’ya kendini affettirmeye çalışır. Roman her ne kadar Anna Karenina ile Savaş ve Barış kadar ihtişamlı olmasa da, gerçek bir pişmanlığı anlamak ve samimiyet güvenmek için hayat dersi niteliği taşıyor…
3- Koleksiyoncu
Kendi kendine sevmenin yani Platonik aşkın eğer iyi dizginlenmese nasıl bir sapkınlığa dönüşeceğinin en nitelikli örneğidir Fowles’in Koleksiyoncu’su… Platonik aşkın ilk kuralı sevdiğiniz kişiyle mesafeyi korumaktır çünkü her temas platonik aşık için temasın gerçek anlamının dışına çıkıp özel manalar yüklemesine sebep olur. Ve karşısında bir vicdansız varsa genelde platonik aşık olanlar bir müddet sonra onu bu tür davranışlar konusunda uyaran yakınlarının sözlerine sağırlaşıp, kendini kaybeder. Ama Koleksiyoncu’daki Frederick Clegg adlı belediye memuru karakter Miranda Grey’e platonik aşk ile yaklaşan fakat sapkınlaşması için Miranda’nın hiçbir aykırı eyleminin olmadığı ayrı bir platonik aşık türüne giriyor. Jhon Fowles’in literatüre kazandırdığı bu Clegg, gidip güzel sanatlar öğrencisi Miranda’yı kaçırarak onun kendisine aşık olması için aşkın yakınlık ilkesini uygulamaya çabalarken, Miranda ise işin ciddi olduğunu sezmesine karşın Clegg ile biraz istediği aşkı verip sonra da aşktan onu bunaltarak gitmek yerine, klasik kurtulma yöntemlerini deler. Ki bunlar içinde cinsellik de olunca Clegg, bu tür bir yelkenleri suya indirmeyi kabul etmeyip, sonu Miranda’nın ölümüne varan ‘Sev beni’ ısrarcılığını sürdürür. Zorla güzellik olmayacağını hele bunun aşk gibi en öznel konuda sonu ölüm de olsa hiç ama hiç olmayacağını anlatan Fowles’in kaleminden hayat damlıyor…
Kübalı yaşlı balıkçı Santiago’nun uzun süredir şansı yaver gitmemiştir ve değil iyi para kazanacağı büyük bir balık yakalamak, açlığını gidermek için küçücük kulübesinde birkaç sardalye balığı bile yoktur. Neredeyse eşyasız ve tamamen kimsesiz yaşayan Santiago’nun artık hayattan da bir beklentisi kalmamış, açlıktan ölmek ya da ölmemek gibi bir sorunu da kafaya takmamaktadır. Romandaki hikayelerini Tanrı’nın şeytan ile girdiği iddia sonucu çocuklarını, eşini, zenginliğini ve sağlığını elinden almasına karşın kendisine isyan etmeyen Eyüp Peygamber ile Hıristiyan inancındaki Hazreti İsa’nın çektiği acılardan alan Yaşlı Adam ve Deniz aslında bir kutsal kitap sayılır.
Bir aile geleneği olarak tüfekle intihar eden Ernest Hemingway‘in Çanlar Kimin İçin Çalıyor ve Silahlara Veda romanlarının kıyısında kalan; ama Hollywood’un ve Oscar’ın dikkatinden kaçmayan romanı, umudunu yitirenlerin deniz feneridir. Santiago, ona büyük bir balık tutabileceği için inanan ve annesinin yaptığı yemekleri ölmesin diye getiren çocuğun masumiyeti için denize açılır… Ve o güne kadar gelmiş geçmiş tüm balıkçıların da tuttuğundan büyük bir kılıçbalığı avlar. Ama kılıçbalığını avlamak için kıyıdan o kadar çok uzaklaşmıştır ki Santiago, o küçük teknesiyle koca balığı satmak için kıyaya getirmek Eyüp ve İsa’nın çilelerinden farksızdır. Balık yakalayamadığı için umudunu yitiren Santiago, yol boyunca fırtına, güneş, açlık ve o kılıçbalığından tıpkı güzel bir kadının etrafını çeviren erkekler gibi ondan bir parça kopartmak isteyen köpekbalıklarıyla mücadele ede ede kıyıya vardığında elinde sadece kocaman bir kılıçbalığının iskeleti kalır. Fakat yol boyunca ettiği mücadele Santiago’nun hayat dersidir. Aslolan yani elinde olmayınca üzüldüğün şey değildir umut… Asıl olan umut etmek ve onun için mücadele etmektir sonunda eline kocaman ve işe yaramaz bir iskelet de geçse… Bu roman da çabalarının boşa gittiğini sananlara, asıl olanın mücadele olduğunu anlatan bir hayat kitabı olsun…
5- Selvi Boylum Al Yazmalım
Kırgızistan’ın uçsuz bucaksız bozkırlarında, 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından sanayi daha gelişmemişken eski model kamyonların ve onların sürücülerinin hikayesidir Selvi Boylum Al Yazmalım. Dünya edebiyatının en naif yazarı Cengiz Aytmatov’un sadeliğin ihtişamıyla yazdığı bu kısa roman, ülkemizde Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin’in oynadığı harikulade film ile tanınır. Bazı romanların şansıdır bu, sinema romanı yakalamış hatta bazen geçmiş olur… Ama bu filmi ne denli ezberlediyseniz ezberleyin, hayatını şehvete kurban eden İlyas adlı kamyon şoförünün Asya adlı görüp görebileceği en güzel ve dirayetli kadından oluşunun hikayesini okuyun. Çünkü Selvi Boylum Al Yazmalım, hem aşkın, hem sevdalanmanın, hem şehvetin, hem dostluğun hem de sahiplenmenin manifestosudur… İlyas’ın aldattığı Asya çocuğuyla birlikte İlyas’ı terk edince onlara kol kanat gerip, kapısını açan sonra da evlenip dokunmayan Cemşit’in hikayesi… Sonunda da Asya’nın aşkı İlyas’ı değil de merhamet ve yakınlığın timsali Cemşit’i seçmesi Aytmatov’un karşısında her durduğumuzda tüm benliğimizi sorguladığımız aynası olur… Aslında son cümlesi romanın, her ne kadar çok kutsansa da, aşk denen karmakarışıklığın yani şehvetten, beklentilerden ve alışkanlıklardan oluşan bu kaosun belki bir yüzünün yani tam olarak merhametinin en iyi ifadelerinden sayılır.
“Sevgi neydi? Sevgi emekti…”
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (12 Ocak 2017)