“Sıçanların gökleri de insancıl değilmiş.”
“Gökler insancıl değil ama o göklerden daha fazlası var kuşkusuz, uzun zamandır unuttuğum, belleğimden büsbütün sildiğim şefkat ve sevgi.”
Çek yazar Bohumil Hrabal’ın ilk kez 2004’de Tavanarası Yayıncılık’tan basılan Gürültülü Yalnızlık adlı eseri 2019 Ekim itibariyle Elif Göktepe’nin gözden geçirilmiş çevirisiyle bu kez Notos Kitap’tan basıldı. Eserin, Hasek, Capek ve Kundera ile beraber yirminci yüzyılın en önemli Çek yazarları arasında gösterilen Hrabal’ın otobiyografik baş yapıtı olma özelliğini taşımasının yanı sıra çeşitli dipnotlarda ilk taslağının şiir formunda olduğunun belirtilmesi de önemli bir detay kanımca.
Kitabın kahramanı Hanta, Hitler hakimiyetindeki Praq’da bir bodrum katında, farelerin ve böceklerin arasında imha edilmesi gereken kitap, resim, basılı yayın vs. sakıncalı bulunan her türlü sanatsal dökümanı aşırı gürültülü çalışan hidrolik pres makinesinde imha ederek hayatını sürdürür. İşi budur. Yaşamı boyunca inanılmaz bir fiziki gürültünün içinde yaşamak zorunda kalır. Yasaklanan, imha edilmesi gereken ne varsa, değerine, sanat eseri olup olmadığına bile bakılmaksızın ona gelmektedir. Hanta bu kıyıcı imha işini otuz beş yıl boyunca tamamen izole bir yalnızlık süreciyle, makinesinin kırmızı, yeşil düğmelerine basarak ve litrelerce bira içerek yürütür. Sadece dayısı, zalim şefi ve ara sıra ziyaretine gelen çingene kızlar dışında neredeyse gördüğü hiç kimse yoktur. Presi dışındaki bütün aktivitesi kıyıma gelen kitapları, klasikleri okumaktır; çılgınca, biteviye okumak. Sınırsızca içki içmesine rağmen ayyaşlardan nefret eder. Başkaları sarhoş olabilmek için içerken, o sadece okuduğu metinlerin içine daha iyi girebilmek, preslendikten sonra havaya karışan fikirleri, düşünceleri soluyabilmek için içer ve okur. Başkaları uyuyabilmek için okurken, o okudukça uyumasını engellemek, daha fazla uyanmak için okur. Daha çocuk denebilecek yaşlarda kendini okumaya adayacağına dair söz vermiştir. Okuyucu da kitap boyunca onun bu sözüne nasıl bağlı kaldığına, nasıl büyük bir aşkla okuduğuna, onun kendi ifadeleriyle tanıklık eder.
Yıllar içinde imhaya gelen Kant, Nietzsche, Schopenhauer ve diğerlerini hatmeder. Kitapları okuyup balyaları yaptıkça, değişir dönüşür; yaptığı işin (işi nedeniyle tutsak olduğu okuma arzusunun) onu mutlak kudretin sonsuz alanına ittiğini fark etmeye başlar. Nihai niyeti ise emekliliğinde pres makinesini de alıp bir köşeye çekilebilmektir.
Hanta, zaman içinde bu değerli eserleri, resimleri, notaları, belgeleri yok etmeyi sanatsal bir eyleme dönüştürür kendince; preslediği her balyanın içine çok değerli bir kitabı, kopyalanmış ünlü bir resmi (bazen bir Van Gogh kopyası bile olabilir bu), senfonileri, notaları ekler. Arasına kattığı eserler nedeniyle benzersiz hale getirdiğine inandığı balyaları, aralarına karışan farelerin, böceklerin kanıyla ıslanır. Kanla ve kopya resimlerin boyalarıyla boyanır. Eserleri biriciktir. Ona göre sanat aslında yıkımdan beslenmektedir. Yine de kıyamadığı bazı kitapları presinden kurtarır, ayırır ve onları okuduktan sonra başucuna yığar. Zaman içinde o kadar büyük bir yığın oluşur ki, ağırlığı taşıyamayan kirişlerin çökmesiyle kendisinin kanının da üzerine düşen yığınlarına arasına karışacağını, benzersiz bir balyaya dönüşeceğini düşünmeye başlar. Kendi bedeni de balyaları gibi biricik bir çeşit sanatsal tasarıma dönüşebilecektir günün birinde. Yıllarca ezdiği parçaladığı değerli kitapların bir intikamı olacaktır bu. Hak etmiştir. Kapıldığı bu çelişkiyle geçirir yıllarını. Mahzeninden dışarıya sadece bira almak için çıkar, ara sıra dayısını ziyaret eder. Birahaneye giderken bile en küçük bir temizlik, hijyen kaygısı taşımaz. Birasını alırken, parasını öderken, hırpani giysilerinin arasından fareler fırlar, bedeninde, elinde kolunda nasırlaşmış yaraları görünür. Tiksindirici biri olmak onun umurunda değildir. Çünkü o da gençliğinde bedenine, kıyafetlerine özen gösterdiği bir dönem yaşamıştır, ancak insanların üstü başı temizlendikçe ruhları ve vicdanları tıpkı onun kirli bedeni gibi git gide kirlenmektedir; buna inanır. Çelişkinin farkındadır.
Mahzeninde fareleri beslediği gibi zaman zaman yanına uğrayan aç kalmış çingene kızlarını da besler. Karşılığında onların sunduğu bedava seks önerilerini ise canı istemiyorsa reddeder. Bir vakitler o da bir çingene kızını sevmiş ve onunla karşılıklı sıcak bir odayı bir kap yemeği ve hiç konuşmadan yalnızlıklarını paylaştıkları güzel anıları olmuştur. Sonrasında kız bir anda ortadan kaybolmuştur. Neden sonra kızcağızın Auschwitz toplama kampında gönderildiğini öğrenmiştir. Onu bir daha görmez elbet. Hiç unutmaz da.
Hanta kitabın ilerleyen bölümlerinde Bubny’de yeni açılan teknolojik bir imha merkezini, sırf meraktan görmeye gider. Ama asıl kırılma onu burada beklemektedir. Kendisi yıllarca kitapları imha etmenin yıkıcı ağırlığına dayanabilmek için, pislik içinde yaşayıp neredeyse ayık gezmezken oradaki gençler, tertemiz işçi tulumları giyinmiş, bira yerine süt içmekte, sağlıklı ve steril yaşamaktadırlar. Genç işçilerin kitapların sayfalarını, içlerinde ne yazdığını hiç merak etmeden ve umursamaksızın yırtıp parçalamalarını hayretle izler. Hepsi hafta sonu tatillerinde neler yapacaklarını, yıllık izinlerinde nerelere gideceklerini planlamaktadırlar. Her şey ve herkes gayet olağandır. Hanta şaşkındır. Kendisinin neredeyse sanatsal bir ritüelle süsleyip balyaladığı ve hiçliğe gönderdiğini düşündüğü değerli kitapların burada hiçbir önemi yoktur. Oysa o daha en başından beri hayatını pres başında değerli kitapları okumaya adamıştır. Başka bir amacı da yoktur, beklentisi de. Mahzenin dışındaki hayat bütünüyle değişmiş ama o bunu hiç fark etmemiştir. Farkına vardığı ilk anda ise artık bu dünyaya ait olamayacağını da anlar. Bu onun için büyük bir yıkımdır.
Ama yine de Hanta bütün bunları acılı ve karamsar bir şekilde anlatmaz. Her acının içine tıpkı balyalarında olduğu gibi bir parça mizah vardır; keskin, ince bir mizah. Olayları ajite etmeden olduğu gibi anlatır. Bir yandan dinden, İsa’dan bahsederken öte yandan, hiçten, Lao Tzu’dan bahsetmeyi başarır.
Hanta, birçok eleştirmene ve kitabın sonuna bir son sözü eklenen Çek yazar Vaclav Jamek’e göre kitabında aslında “Auschwitz’den sonra edebiyat ne yapabilir” sorusunun cevabını arıyor. Savaştan sonra ona imha etmesi için binlerce yazı, resim, fotoğraf gönderilir. Hanta bunların içinden Hitler’in şehre giriş anına, onu selamlayan, saygı duruşunda bulunan ve sempati besleyenlere ait olan yüzlerce fotoğrafı ayırır. Onları farklı bir özenle yakar. Ezer. Parçalar. Bunları yaparken büyük bir haz duyar. Bir şekilde yitirdiği çingene kızının intikamını almaktadır. Bütün Auschwitz onun için tek bir çingene kızına dönüşür sonunda; onun yüzü, gülüşü. Tam burada kitabın en ünlü cümlesini bir kez daha kurar, “Gökler İnsancıl değil, der, Hanta. Kanımca kitaptaki en ünlü cümle de bu. Bunu yeri geldikçe tekrarlar. Hatta “Farelerin gökleri de insancıl değildir.”
edebiyathaber.net (10 Nisan 2020)