İlk kitabı Yol Ağrısı’ndan bu yana öykü türünde önemli bir istikrar sergileyen Temel Karataş, kendine has üslubu ve diliyle karakter ve diyalogdaki hünerlerini dördüncü öykü kitabı Ağrı Eşiği’nde de gösteriyor.
Tiyatro için sıkça anılan bir tanım vardır: İnsanı insana insanla anlatma sanatı… Bu söze kısa bir ekleme yaparak Temel Karataş öyküsünü de tanımlamış oluyoruz: İnsanı insana insan ve mekânla anlatma sanatı. Zaman mı? Zaman yalnızca ikincil bir araç gibi kalıyor Temel Karataş’ın öykülerinde. Zamanı çıkarın, hiçbir şey eksilmiyor metinlerden. “Ah! Bilmez misiniz siz? Mevsimler… Hep birbirine bağlıdır mevsimler. Birbirine müptela. Ardı ardına gelir de, hangi biri içinden bir öncekini çıkarır atar, hangi biri yaprağını bir sonrakine uzatmaz? Bundan iptila. Onda şu gizli, şunda bu. Bir mevsimdir, böyle gelir o Bahar. (Ağa Dayı’nın Sonbaharı)” Zamanı anlatırken bile zamandan öte unsurları hissettiren, Bahar’ın gelişini bile böyle kendine has bir dille anlatabilen bir yazar görüyoruz onun öyküsünde.
Zamanı, zamaneyi anlatırken dahi mekândan, gerçek olan bir gerçeküstülükten, kalbe işleyenden, görünmez ağrıdan yol alıyor Temel Karataş. Nisan öyküsü buna iyi bir örnek. İki kuşağın çatışmasını, yani tam anlamıyla zamanın getirdiklerini ya da götürdüklerini öykülerken bile diyalogla ve hepi topu birkaç cümleyle aktarma ve hissettirme becerisine sahip.
Kemal Tahir’in taşrası
Anadolu’yu ve Anadoluluyu tabansız ve ölçüsüz bir övgüyle anlatır çoğu kez Türkiye edebiyatı. Kemal Tahir bunun akla gelen ilk istisnasıdır. Onun Anadolu’su ve Anadolulusu Göl İnsanları’ndadır. Temel Karataş’ın taşrası da işte bu “reel” taşra. Bir masal Anadolu’su yok onun öyküsünde. Kentin taşrasını da, kırsalı da aynı gerçekçilikle, okura itiraf ettiren, “sahi bu aslında böyledir” dedirten bir samimi gerçekçilik görebiliyoruz öyküsünde. Ki bu son 30-40 yılın öyküde unutulan yanı. Aslında Temel Karataş öyküsü de, ağız tadıyla okunan klasik öykünün yeniden gözler önüne itilen, klasikte daha çok şey var diyen bir öykü. Her kitabında, özellikle son kısımlarda klasikten ve kitap boyunca tanıdığımız üslubundan sıyrılarak okuru şaşırtmayı da başarıyor Temel Karataş. İlginçtir, kitaba adını veren öykü de bu kısımda yer alan bir öykü (Ağrı Eşiği). “Başka” öyküler bunlar. Ağır ve ağrılı.
Peki aynı kitapta iki farklı tarzı buluşturmayı neden tercih ediyor? Bütün kitaplarını ele aldığımızda, yazarın metinlerini, öyle yazabildiği için değil, bizzat tercih ettiği için öyle yazdığını görüyoruz. Yani farklı bir dili ve kurguyu (ki bu post-modern olarak da tanımlanabilir) aslında önemsediği ve tercih ettiği klasiğin, diyaloğun altını çizmek için bir belirteç olarak kullanılıyor olsa gerek.
Emek her kitabın teması
Temel Karataş’ın başarıyla aktarabildiği temalardan biri de emek… Ancak çıplak bir ideoloji ile sunulan, fikri yere bassa da ayakları yere basmayan bir anlatı değil bu. Aksine, karakterler öylesine sağlam basıyor ki yere, o mekana gitseniz o karakterle bizzat karşılaşacağınızdan hiç şüpheniz olmuyor! Çünkü ilkokul diploması ile aydın bildirisi gibi tiradlar atan kahramanlar değil bunlar. Her sınıf, her coğrafya, her kültür kendi diliyle aktarıyor aktaracağını. Yazar olanı edebiyat gücüyle aktarmayı tercih ettiğinden, hiçbir kesime torpil yapmıyor!
Fabrika, sokak, dükkânlar, muhitler olduğu gibi, olması gerektiği gibi. Bu gerçek fonu “gerçek” karakterler ve gerçek bir dille dokuyor Temel Karataş. Ağrı hayatın merkezdeki gücü olarak konumlansa da, mizah ve ironi de temeldeki başarısı bu öykünün. Öte yandan yerel ağızlardaki benzerine pek rastlanmayan doğallık da Temel Karataş öyküsünün ayırıcı yanı: “Hele dingildek, oncağam herifin içinde hıllanıp duruyon emme, ilaane gazanını gormüyon! (Ermeni Düğünü)” “Eccük derdimiz va böğün, iznin olusa paşam.” “Bizim bi yiğen varıdı paşam. Elinizden öpee. Ne didik ne ittik adam idemedik. Delaannı olunce bıçağa muçağa, silaha mülaha heves itmiş. (General).”
Sibel Öz – edebiyathaber.net (25 Kasım 2016)