“…bizler oluşum halindeki eserleriz… ne tamamen özgür ne de tamamen belirlenmiş canlılarız. Dünya kısıtlamalarla doludur, ama kendi yolumuzu bulabiliriz…”*
Jonah Lehrer
Giray Kemer’in İletişim’den çıkan yeni romanı Türkçe Dublajlı İtalyan Filmleri Gibiyiz, adını romanda geçen bir cümleden alıyor. Alelâde bir barda, kibrit kutularını çarpıştırmakla meşgul Sabi’ye yanaşıyor Ahmet ve “T-34 mü onlar?” diye soruyor. Kısa bir tanışmanın ardından, İkinci Dünya Savaşı muharebelerindeki tankları heyecanla anlatmaya başlıyor Sabi. Aralarında o dakikalarda bir bağ oluşuyor. İkinci karşılaşmalarında meslektaş oldukları ortaya çıkıyor. Tanışmalarının üzerinden birkaç ay geçtikten sonra da birlikte avukatlık bürosu işletmeye karar veriyorlar. Fakat işler umdukları gibi gitmiyor. Parasızlıktan dibe vurdukları günlerde Sabi’nin çoktan vefat etmiş istihbaratçı babasının yakın arkadaşı bizimkiyle bağlantı kuruyor. Zahmeti az, kazancı bol bir iş öneriyor. Kılıfına uydurulmuş finansal işlemlerin hukuki temsilcileri rolünü oynayacakları bu dümene katıldıkları anda kirli işlere bulaşacaklarını biliyorlar. Başlangıçta korku ve tiksinti duyuyorlar fakat hatırı sayılır bir servete kavuşma ihtimalinin yarattığı heyecana karşı koyamıyorlar. Biz de, öngörüyü bir kenara bırakan kahramanlarımızla birlikte romanın ana gerilimini oluşturan o karanlık kayıtsızlık atmosferine çekiliyoruz.
Romanda, son derece karmaşık finansal işlemlerin mahiyeti uzun uzadıya anlatılmıyor. İlk anda dikkat çeken noktalarından biri, yazarın dramatik etkiyi flashbacklerle yakalaması. Bir diğeri de, hikâye anlatıcılığının ilişkilerde nasıl da güçlü etkiler yaratabileceğini göstermesi. Ahmet’e ve onun hayranlık duyduğu, farklı biçimlerde sevdiği iki kadına, Sabi ve Derman’a, onların birbirleriyle etkileşimlerine, bu etkileşimin sonuçlarına odaklanıyoruz. Aralarından Ahmet iki adım önde, Sabi de onun bir adım gerisinde. Zira romanda düşüncelerine doğrudan doğruya ulaşabildiğimiz kişi Ahmet.
Bizi şekillendiren deneyimlerimiz
“Diğerlerinin ilgisi bizim için her şeyden önemlidir çünkü doğduğumuz andan itibaren kendi değerimizle ilgili bir belirsizliğin kucağına düşeriz” der Alain de Botton, Statü Endişesi’nde; yüksek statünün cazibesini vurgulayarak: “…getirileri pek keyifli olur. Yüksek Statü bize para, özgürlük, mekân, rahatlık, zaman kazandırmanın yanı sıra bizi belki de en az bunlar kadar önemli bir hisle donatır: Başkaları tarafından önemsendiğimiz ve değerli insan muamelesi gördüğümüz hissi. Bu hissi bize yaşatanlarsa davetler, pohpohlanma, yaptığımız bir espri üzerine (espri dişe dokunur olmasa da) patlatılan kahkahalar, saygı ve ilgidir. Yüksek statü birçok kişiye göre en güzel dünya nimetlerinden biridir.” Ahmet de durup bize çocukluğundan bahsederken “ailesinin normalliği altında ezilmek” tabirini kullanır. Normallik diye eleştirdiği şey ev içi yaşamlarının kendi yeknesaklığı içindeki iddiasız, hırslardan uzak, durgun akışıdır. “Ayağını yorganına göre uzatan, kavga etmeyen, aldatmayan, batmayan çıkmayan, uzamayan kısalmayan” bir ortamda büyümüştür. O da ailesinin beklentilerine göre davranmayı zamanla alışkanlık haline getirdiğinden -romandaki tabirle- uyumlu biri olmuştur. Halbuki benliğimiz başkalarının hakkımızda ne düşündüğü üzerinden şekillendikçe kendimizi bulmakta zorlanırız. Hatta ve hatta başkalarının onayına/ilgisine mazhar olamadığı zamanlarda dünyası kararan, sevilmediğine inanan insanlara dönüşebiliriz. Bu durumda da özgüvenimiz zedelenebilir; zorluklarla, kriz anlarıyla baş etmekte zorlanabiliriz. İnsanın kendini inşa sürecinin bu denli eksik kalması, insani değerlerle toplumsal konumu aynı kefeye koymasına yani bir bakıma snopluğa yol açabilir de.
Başlangıçta, kahramanlarımız, aile serveti sayesinde özel okullarda okuyup meslek edinenlerle, ünlenmiş soyadını kullanarak itibar kazanmaya çalışanlarla alay ederler. Zira insanın değerinin toplumsal konumunun derecesine göre ölçülemeyeceğine dair iç görüye sahiptirler. Ayrıca aklı çelen şatafat ve ayrıcalıklardan ziyade, kültürel, sanatsal birikim edinmeye yönelmenin, dünyada olup bitenlere karşı merakla dolup taşmanın yaşamlarımıza ne denli anlam kattığının, eşitlik idealini pekiştirdiğinin farkındadırlar. Sabi’nin zekâsı, keskin gözlemleri, sadeliği, sağduyusu entelektüelliğiyle yakından ilgilidir. Hayattaki önceliklerine dair özgüvenli fikirlere sahiptir. Ahmet’in sevdiği, kendine yakın bulduğu yazarları, Sabi’nin bitimsiz İkinci Dünya Savaşı hikâyeleri vardır. Fakat insanın bir gelecek arayışı içindeyken maddi ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanması, hayatta nerede durduğundan pek de emin olamaması onu iyice kırılganlaştırabilir de. Sabi ve Ahmet’in savruluşlarını okuyup izlerken bir yandan da düşünürüz:
Yaşamlarımıza daha bütüncül bakabilmek için elimizde ne gibi araçlar vardır? Bu araçlardan nasıl yararlanabiliriz?
Kriz anlarında yerinde, akla ve mantığa uygun kararları nasıl alabiliriz?
İnsan yaşamını idame ettirmeye yönelik ciddi kaygılar taşıyorsa; işyerinde, her geçen gün sonraki güne dair kaygıları daha da artıyorsa, sürekli daha fazla çalışma baskısı altındaysa kendini geliştirme ihtiyacını nasıl karşılayabilir? Dışardaki dünyaya dair bilgisini, görgüsünü (ki aynı zamanda haktır da bu) nasıl artırabilir?
Mermerden miyiz, balçıktan mı?
Ahmet akıl yürütmelerinin zindeliğiyle kararlar alan, kararlarıyla yüzleşen biri değildir. Kahramanımız, geriye dönüşlerle son iki yılı anlatırken onun gelişmeleri okuyamamasına da kayıtsızlığına da hayret ederiz. Zira bu hayret duygusunu okurda yaşatmak anlatının kıssadan hisselerindendir: Serveti sayesinde yükselen statüsü Ahmet için hatırı sayılır bir güç ve iktidar alanı üretmiştir. Bu tam da ataerkinin vaaz ettiği bir şeydir: Güçlü erkek istediği her şeyi yapabilir. Buna hakkı vardır. Onu erkek yapan da bu özgürlüğüdür. Nitekim kolay para ile yapabildiklerinin hazzı, hazzın bahşettiği sarhoşluk hali kahramanımızın dünyaya bakış açısını daraltır. -Lokantada garsondan hesabı isterken bile- dizginleyemediği kibri, diğer insanlarla ilişkilerinde saygıdan, tevazudan, içtenlikten dolayısıyla sevgiye dayalı gerçek ilişkilerden uzaklaştırır onu. Ahmet ruhundaki bozulmayı bilip de bilmemezlikten, görüp de görmemezlikten gelir. Sabi’nin kısık sesle de olsa dile getirdiği şüphelere rağmen hep birlikte durup düşünme iradesini gösteremezler. Akışa kapılmaktan kendilerini alamazlar.
Ahmet’in tersine Derman derin bir duygusal kavrayış zenginliğine sahiptir. -Son derece klişe bir ifadeyle söylersek- Ahmet’in parasıyla hiç ilgilenmez. Onun istediği daha çok tinsel doyumdur. Açık iletişim, halden anlamak, sorumlu davranışlar (Ahmet sadece içtiği zamanlarda kendi olur). Ona göre ilişkiyi güçlendiren, aşkı besleyen bunlardır. Ahmet Derman’a çok düşkündür fakat ilgisini, düşkünlüğünü pahalı hediyelerle taçlandırmak ister. Sevgilisinin duygusal körlükleri Derman’ı incitir ve kopuşu da beraberinde getirir. Ahmet Derman’la birlikteyken bütün bunların farkında değildir. Onun gidişiyle, giderken bıraktığı mektuplar sayesinde, onları tekrar tekrar okudukça değişir. Derman mektuplarında sevgilisinin burnu havadalığından, maddiyatçılığından, bencilce davranışlarından dem vurur. Kahramanımız, Derman’daki derin kavrayışı, sevgisinin kaynağını, kaynayışlarını mektupları okudukça anlayabilir. Anlatının ilginç bir yanı da budur: Mektupların bir noktadan sonra kişileşmesi. Ahmet aşkıyla kavga ederken aslında bu kağıtlarla kavga ediyordur; satırları bazen çiziyor, bazen karalıyor bazen de yazarak cevaplar yetiştiriyordur. Tekrar tekrar okur, tekrar tekrar düşünür. Böyle böyle haftalar, aylar geçer; sezgileri, duyarlıkları güçlenir ve bu sayede başkalarının acılarını, kaygılarını anlayabilecek yetkinliğe erişir. Ahmet tam da bu iç hesaplaşmaları yaşarken, Sabi, onun saklandığı yere çıkagelir. Arkadaşlıkları kendi iradeleri dışındaki birtakım gelişmelerin de etkisiyle yeni bir boyut kazanacaktır. Ama işte yine bir tercih yapma zamanıdır. Dostça duygular bu bağları daha da güçlendirecek midir? Derman çıkagelecek midir?
Giray Kemer’in yeni romanı günümüzün ekonomik, toplumsal problemleri üzerine, modern bireyin değerleri, çatışmaları üzerine çok şey söylüyor. Okura düşünecek, konuşacak, tartışacak, araştıracak çok şey veriyor. Türkçe dublajlı o filmler gibi değiliz sadece, başka birçok şeyiz de. Belki her şeyden çok da sürekli bir oluş halindeyiz.
Ek Bilgi ve Açıklamalar:
*Proust Bir Sinirbilimciydi, Lehrer, Jonah, Çev: Ferit Burak Aydar, Ayrıntı, 1.basım, 2020, syf.69.
Ayrıca “Mermerden miyiz, balçıktan mıyız?” alt başlığı yine Lehrer’in eserine göndermedir. Bahsi geçen eserde yer alan ifade şöyledir: “…hiçbir çevre hücre oluşumunu öldüremez. Biz hayatta olduğumuz sürece beynimizin önemli kısımlarında bölünme gerçekleşir. Beyin mermerden değil, balçıktandır ve bizim balçığımız asla katılaşmaz.” Proust Bir Sinirbilimciydi, agb, syf.60
Botton’dan yapılan alıntılar için bknz: Statü Endişesi, Botton, Alain de, Çev: Ahu Sıla Bayer, Sel, 5.baskı, Ekim 2010, sırasıyla syf. 19,7.
İnceleme konusu romandan yapılan tırnak içi alıntıya bkn: Türkçe Dublajlı İtalyan Filmleri Gibiyiz, Kemer, Giray, İletişim, 1.baskı, 2022, syf.32.
2007 Krizi ve sonrasında dünya finansal sisteminde yaşananlar; sermayenin uluslararasılaşmasıyla son kırk yılda, çalışanlar arasındaki rekabet artışının emekçilerin “birleşme” olanaklarını zedelemesi ve reel ücretlerdeki erimenin süregitmesi üzerine ayrıntılı analizler için bkn: Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş, Küresel Kapitalizmin Geleceği, Akçay, Ümit- Güngen, Rıza, Notabene, 3.baskı, Şubat 2019.
edebiyathaber.net (5 Mayıs 2022)