“Kızıltoprak hikâyeleri” adı altında bir araya getirdiğim öyküler, Ankara Seyranbağları yakınında hayalî bir mahallede geçiyor; Kızıltoprak’ta. “Geçiyor” derken, bazıları gerçekten orada geçiyor, bazıları da oradan. Bu curcuna mahalleye dair öyküler birbirinden bağımsız olarak da okunabilir, bir bütün olarak da. Orada dışlanmışlar var, alttakiler ve şimdiye dek edebiyata pek konu edilmemişler.
—————————————————————————————
Bir dönem Kızıltoprak’ta kuşçuluk modası peyda oldu. Olayı başlatan, ne zaman ne yapacağı kestirilemeyen, herkesin hem güldüğü hem korktuğu, yarı deli yarı veli Haydar’dı. 12 Eylül’de yüz elli gün işkence gördüğü, sonra da kafayı sıyırdığı rivayet edilirdi.
Nerden bulduysa bi’ çift güvercini mahalleye getirmesiyle başladı her şey. Yalan olmasın, her biri on üç, on dört kuyruk vardı kuşların, o kadar esaslıydılar yani. Kuşları yemlerken, “Guk, guk guk!” sesleriyle hem ortalığı inletiyor hem de elmacık kemiğini titretiyordu. Velhasıl alayımız kuşçuluğa heves edip Cebeci Dörtyol’daki kuşçular kahvesini, Bentderesi’nin karşısındaki kuşçu mekânını yol belledik. Kuşçuluk dünyasının jargonu bir anda Kızıltoprak ahalisinin diline dolandı: Bizim gök damarlı çıktı, Zümrüt Arap dişi yavruya kustu, Çorum çıplağı paçalılar gibi oynamaz ama uzun uçar haa…
Yalnız kuş var kuş var birader; sendeki kargaysa, öbüründeki kuşun feriştahı! Gel zaman git zaman göz koymalar hasıl oldu, hırsızlıklar baş gösterdi: Kümes patlatmalar, milletin kuşunu çekmeler.
Böyle olmayacak, birinin bu gidişe dur demesi lazım. Haydar abi tepede topladı bizi. Üzerinde pardösü, yakaları kalkık. Sanırsın Humphrey Bogart. Biz çömdük, on beş kişi varız. O ayakta, elini uzatmış ufka bakıyor. Napolyon Bonapart ile Deli Ziya arası; haşmetli diyeceğim ama değil, komik, o da değil. Başladı konuşmaya: “Kuşçu olmadan önce adam olacan adam, gıybet etmeyecen, başkasının kuşunu çalmayacan.” Durdu. Bi’ süre sessizlik oldu. Lan dedik, unuttu mu diyeceğini? Mağrur komutan edasını bırakmadan çenesini biz kullarına indirip, “Çalanı siksinler
mi lan?” diye bağırdı.
Bi’ şey soruyorsa cevaplayacaksın; olay sakata binebilir, babalara gelebilirsin. Haydar bize bakıyor, biz birbirimize bakıyoruz. Çaresiz bi’ dille hep bir ağızdan, “Siksinler abii!” dedik.
Deli deli gülüp “Ha şöyle!” dedi. “Kümes patlatanı da cümle âlem siksin mi lan?”
“Siksin abi!” dedik. Ne diyeceksin?
“Siktirin gidin lan şimdi!” dedi. Ellerini belinde kenetleyip aramızdan geçti gitti.
O an gidiyor da kurtulamıyorsun ki şerefsizden, nereden çıkacağı belli olmuyor. Aşağı mahallenin bebeleriyle arada “kavga alırdık”. Enerji bol, vakit çok. Birbirimizi bi’ güzel hırpalar, sonrasında evlere dağılırdık. Haydar’a yakalanmazsak tabii. Be hey gavat, madem kavga edilmesini sevmiyon, bizi niye dövüyon? O ne güç kardeşim; hani deli gücü derler ya, yok yok, bence onun adı Haydar gücü.
Onar kişi dövüşecez, derdik. Böyle anlaşırdık aşağı mahalleyle. Tepede, pazar günü üçte, çıplak dövüş. Yani elbiselerin var da sopa, mınçıka (biz mumçuka derdik yalnız), hortum, muşta namına bi’ şey yok. Zaten Seyranbağları yakınında yer alan mahallenin adı toplu kavgalar sebebiyle Kızıltoprak’a çıktı. Konduların apartmanlarca yutulmadığı, gecekondularla apartmanların iç içe geçtiği vakitler. Ne toprağı kızıl olduğundan ne de -o zamanlar- politize olduğundan aldı bu adı. Bu adı aldı; çünkü her santimi kanla sulandı mahallenin.
Abilerden biri gelir, “Beyler, aşağı mahalleyle yirmilik kavga aldım, yarın üçte herkes tepede olsun!” derdi.
Sıkıysa gitme. Yirmilik kavga almış! Ulan, bakkaldan rakı mı alıyorsun? Kavga lan bu! Mahalle baskısı deniyor ya, işte o baskının kralını yaşadım kardeşim ben!
Diyelim kavga bitti, vurduk vurulduk, dağılma vakti geldi. Olmaaaz! Bi’ de Haydar faktörü var. Yakalanırsan sikilirsin. Küçük büyük dinlemez, yirmi kişinin arasına dalıverir. Zamanla şöyle bi’ tedbir bulduk: Kavga sırasında bi’ kişi erkete duruyor, Haydar’ı görünce ıslığı basıp kalabalığı çil yavrusu gibi dağıtıyordu. Manzarayı çaktı tabii Haydar. Kimseyi yakalayamıyor, delirecek; zaten deli de mecazi olarak takılıyorum yani.
Bi’ gün kavga bitti, ufaktan dağılıyoruz. Bezleri bastırıp kan durduruyor, tükürdüğümüz yaprakları yara bandı yapıyoruz. Haydar’a yakalanmamışız ya rahatız. Bi’ baktık atın biri dörtnala üzerimize doğru geliyor. Ulan ne iş! Üstünde pardösülü bi’ adam. Ha siktir, Haydar! Atı nerden buldun sen? Herifçioğlu, “Allah Allah!” nidalarıyla tepenin arka tarafındaki düzlükten yardırınca kaçmaya başladık. Aramızdan birilerini yakalayıp fena patakladı. Atı nereden bulduğunu sonradan öğrendik: Kızıltoprak’a arada bi’ tuzcu gelirdi. At arabasına kiloluk Billur Tuz’ları yükler, üç beş satardı. O da manyağın tekiydi ya, neyse. Öğlen kestireceği tutmuş, arabadan ayırdığı atı yayılmaya bırakmış. Kendi de ayakkabısını yastık yapıp ağacın duldasına kıvrılıvermiş. Haydar bu, affeder mi! Ulan iyi hoş da nerden öğrendin jokey gibi ata binmeyi be kardeşim!
Aramızdan Sinan’ı da yakalamıştı ama onun kulağını çekmekle yetindi. Ortaokulda siyasi dergi satmaktan disiplin cezası alan Sinan’ı severdi. Kim bilir, belki de mahallemizin en zeki çocuğundaki “cevher” kendi geçmişini hatırlatıyordu. Koruyordu, kolluyordu. Mahalle gitgide politize olmaya başladığında nasihatler veriyordu.
Sinan, Hukuk Fakültesi’ni kazandığında buna kimse şaşırmadı, kısa sürede dernek başkanı oldu. Tabiat itibariyle civa gibi bi’ şey, yerinde duramıyor. Bi’ gün Haydar abi bunu yanına çekti: “Sinan’ım, daşağını yediğim, aman siyasete bulaşma goçum!” dedi. “Okulunu bitir, makam mevki sahibi ol, ne yapacaksan ondan sonra yaparsın. Hem öyle daha faydalı olursun halkına, değil mi goçum?”
Sinan cin gibi tabii, elini açık eder mi? Bi’ süre, Haydar abinin nabzına göre şerbet verdi. İkinci sınıfın sonunda sırra kadem bastı. Türlü söylentiler… Sonraki yıl gazetelerin birinci sayfasında Sinan’ın kimliğinden alındığı belli olan yarısı mühürlü vesikalık bulunuyordu. Haberde özetle şöyle deniyordu: “İstanbul’da, yasadışı sol bir örgüte ait hücre evinde polisle yaşanan silahlı çatışmada iki polis şehit oldu, bir terörist ölü olarak ele geçirildi.”
Cenazesi birkaç gün sonra mahalleye geldiğinde deli gibi yağmur yağıyordu. Tabut, uzunca bi’ kortej oluşturan arkadaşların omzunda, “Sinan’lar ölmez, Sinan’lar ölmez!” sloganıyla Kızıltoprak Mezarlığı’na doğru ilerlerken birden Haydar belirdi. Her yanı tükürüğe boğan yağmurun pelteleştirdiği yolu sünnetli çocuk adımlarıyla hızlı hızlı çiğneyerek kortejin önüne kadar geldi. Slogan atan kalabalığa döndü. Millet sus pus tabii, şaşkın mı şaşkın; Haydar bu, sağı solu belli olmaz. Derken, eliyle hayasını tutup yukarı kaldırdı: “Sikimi ölmez, öldü işte, öldü de gömüyonuz işte!”
Emrah Polat – edebiyathaber.net (7 Mayıs 2015)