Çocuklara yönelik yeni nesil çizgi filmlerde ya da kimi edebi eserlerde yer alan kahramanlara baktığımızda, onların reel dünyadan biçimsel olarak giderek daha fazla uzaklaştıklarını görüyoruz. Zira gördüğümüz tavşan pekâlâ gerçek bir tavşana benzemiyor ya da nesneler her zaman oldukları yerde durmuyorlar, tam olarak olması gerektiği gibi değiller. Bu durum yetişkin erkek, kadın ve çocuk kahramanlar için de geçerli. Görünen ve gerçekte olanın dışına çıkmayı yaratıcılık olarak değerlendirebiliriz. Olağan formun dışına çıkmak, mevcutta bir çıkış, kaçış olarak da tanımlanabilir. Piyasada daha dikkat çekici, daha eğlenceli, daha çok satılan ve daha çok sattıran ‘şey’e dönük sürekli talep yaratıldığı da doğru. Bu “daha” meselesi, çocukların tüketim dünyasının önemli bir parçasını oluşturmasıyla da ilgili. Televizyonda yayınlanan çizgi filmlerin bir süre sonra seri üretim kitaplara dönüşerek, çoksatar haline geldiği, şampuanının, şurubunun, bardağının, çantasının, defterinin, tişörtünün… de pazara sürüldüğü biliniyor.
Çocuklar masumdur ama tüketici olarak çocuklar yetişkinlerden farklı bir noktada yer almazlar. Kandırılabilir, aldatılabilir, razı edilebilir, ilgileri çekilip sömürülebilirler. Tüketim dünyası, çocuk oldukları için onlara bir ayrıcalık tanımaz, onları bu meta dünyasından muaf tutmaz. Bu nedenle yetişkin tüketiciler için söylenebilecek her şey çocuklar için de geçerlidir. Buna beden de dahil. Beden de yeniden üretilen ve tüketilen bir nesne halini alır. Bu durum genel bir metalaşma sürecidir. Bedenin biçimlendirilerek anlamlandırılması üretim ve tüketim süreciyle ilişkilidir. Dolayısıyla gerçekte bedenin tanınması ve vücudun işlevleri “doğal” olanın dışına çıkar. Moda, bedenin ‘şey’leştirilme vitrini ve bu konuda hemen ilk akla gelen belki ama günümüze gelindiğinde işler çok daha karmaşık hale geldi. Toplumsal cinsiyet rollerine göre şey’leştirilen insan bedeni, artık çağımızda iktidarlaşmanın, yönetmenin de temel argümanı durumunda. Biyopolitika kavramıyla tanımlanan bu güncel siyasi kavram, artık tek tek kitlelerin, toplumların değil, bizzat bedenlerin, hayatların kontrol edilmesi üzerine kurulu yönetme pratiğini anlatmakta. Bu, beden tahakkümü, bedeni kontrol etme/hapsetme ya da insanı bedenine hapsetmedir. Bedenlerimizi kontrol edemeyiz, bunun için doktorlara, psikologlara, modacılara, estetisyenlere, diyetisyenlere vs. gideriz. Ama tam da bu noktada bedenlerimizle birlikte beyinlerimizi kontrol eden bir söylem, bir düşünce, bir merkez vardır. Küresel kapitalizm çağında yetişkinleri oldukça ilgilendiren beden politikaları, geleceğin yetişkinlerini de biçimlendirir. Birbirlerine, topluma olduğu kadar kendi bedenlerine de yabancılaşan insanlar, bedenlerini her geçen gün nesneleştiren pratiklere yönelmekte, bunu da kültürel formlara dönüştürerek normalmiş gibi çocuklarına aktarmaktadırlar. Bu açıdan özellikle çocuklar için alternatif yayınlara eskisinden çok daha fazla ihtiyaç var.
Ginko Çocuk tarafından yayınlanan Deyimlerle İnsan Vücudu – Dile Gelen Beden kitabı bu açıdan dikkat çekici özel bir kitap. Kitapta insan bedeni, muhteşem bir “makine” ve bir o kadar da “geveze” olarak tanımlanıyor. İyi bir çevirmen olarak tanınan Barış Gönülşen’in kaleme aldığı, Kemal Arslan’ın resimlediği Dile Gelen Beden kitabı, her ne kadar çocuk okurlara yönelikse de, yetişkinler için de oldukça ilgi çekici. Yine de yazar, yetişkinleri bir kenarda tutup küçük okurlarıyla/arkadaşlarıyla insan vücudunu oluşturan uzuvları, organları ve organların çalışma sistemleri üzerine eğlenceli bir sohbete koyuluyor.
Dile Gelen Beden, kurmaca bir eser değil. Beyin, boyun, burun, mide, bacaklar ya da parmaklar bir hikâyenin kahramanları olarak kitapta yer almıyorlar. Bu haliyle, küçük okurların dikkatini çekmek oldukça güç görünse de önsözde Gönülşen, okurlarına sıkılmayacaklarına, eğlenerek öğreneceklerine dair “söz” veriyor ve ilerleyen sayfalarda da bu sözünü tuttuğu görülüyor. Çizer Kemal Arslan, organları oldukça yalın ve eğlenceli resimlemiş. Bu noktada ilginç bir şekilde deyimler de devreye giriyor ve kitap “kuru bir ders kitabı” olmaktan çıkarak eğlenerek öğretmeyi hedefliyor. Diğer taraftan Dile Gelen Beden’in hâlihazırda bir ders kitabı olmak gibi bir derdi de yok.
Dile Gelen Beden’in deyimlerle insan vücudunu merkeze almasına değinmeden önce, hikaye edilmemiş tarafına biraz daha değinmek gerektiğini düşünüyorum. Son yıllarda, her ne kadar çocuklar için fazlasıyla içerik üretildiğini düşünsek de, aslında bu içeriklerin yer yer benzeştiğini iddia edebiliriz. Özelikle, çocuklara yönelik televizyon kanalları ve sosyal medya mecralarında çocuklar için üretilen içeriklerin genel olarak kısa hikayelerden oluştuğunu gözlemleyebiliriz. Her çizgi filmin, hikaye içinde “bir tema” belirleyerek bu temayı ya da konuyu öğretme çabasının da göze çarptığını belirtmek yanlış olmaz. Ancak bu ‘tür’ yığınına maruz kalarak büyüyen çocukların, onları düşündürebilecek metinlerden uzaklaştıklarını da gözlemleyebiliyoruz. Bu noktada, hiç olmazsa bazı kitapların salt kurmaca metinlerin dışına çıkması önemli. Ebeveynlerin çocuklarıyla birlikte eğitici, eğlendirici ve en önemlisi de bilimsel araştırmaya, düşünmeye sevk eden okuma pratiklerine olanak tanıyabilen bu kitapları önemsemek gerekir. Sürekli benzer temalara sahip hikayeler etrafında yoğunlaşan çocuk yazınının dışında Dile Gelen Beden gibi kitaplar, zaten görsel kültürle yoğrulmuş melodramatik bir dünyanın içine doğan çocuklar açısından bir avantaj olarak karşımıza çıkabilir.
Dile Gelen Beden kitabının tek derdi çocuklara insan vücudunu ve organların işleyişini anlatmak değil. Kitap, şaşırtıcı bağlantılarla deyimleri de merkezine alıyor. Organlarla özdeşleşmiş deyimler hem kitabın içinde, hem de sonunda deyim sözlüğü biçiminde yer alıyor. Kimi deyimler de organın tanıtımıyla birlikte resimlenmiş; başı göğe ermek, sırt sırta vermek, beyin yıkamak, gözden düşmek, boyun eğmek gibi deyimler bunlardan bazıları. “Fazla boyun eğmemek gerek! Boyun eğmek, karşınızdaki kişinin gücünü kabul edip istemediğiniz bir şeyi yapmak, bir şeye katlanmak anlamına gelen bir deyimdir. Bu deyimin tersi de dik başlılıktır. Egzersiz amacıyla boynu eğmek, dikleştirmek, sağa ve sola çevirmek faydalı olabilir. Gerçek hayatta ise hiçbir çocuk kendisine zorla yaptırılan, istemediği şeylere katlanmak zorunda değildir.”
Dil, kalıplaşmış söz öbekleri bireyi içinde yaşadığı toplumda biçimlendirir. Dil, çocuğu katlanmak zorunda bıraktığı gibi, onu tahakküm altına da alır. Bir söz öbeğine “atasözü, deyim, ya da özdeyiş” deyip geçemeyiz. Bu yerleşik kalıpların hangi kültürün ürünü olduklarına ve nasıl bir kültür inşa ettiklerine de bakmak zorundayız. Dil zenginliği olarak değerlendirilen deyimlere bakıldığında, Dile Gelen Beden’de şunu öğreniyoruz; vücut bütünlüğümüzün önemli bir bölümü olan üreme organlarımızı tanımadığımız gibi, bu organlara dair deyimlere de rastlamak mümkün değil. Bu boşluğun yerini dolduran ise argo kelimler oluyor. Argo kelimelerin hedefinde olansa her zaman kadınlar ve kadın bedeni oluyor. Dolayısıyla üstü örtülenin ya da öğretilmeyenin gündelik yaşamdaki karşılığı cinsiyetler arası eşitsizlik olarak karşımıza çıkıyor. Dil bu noktada önemli bir araç, doğru kullanıldığında yenilenmeye, dönüşmeye, dönüştürmeye de elverişli. Beden, bir bütün olarak, içerisi ve dışarısı olarak kitapta yer alıyor. Vücudu, yaşamsal faaliyetlerin bir uzamı olarak öğrenip değerlendirebileceğimiz gibi, dışarda da gündelik yaşamı biçimlendirdiğini görebiliriz. Bu nedenle deyimleri doğru kullanmak, yerli yerine oturtmakta da fayda var.
Dile Gelen Beden, akıcı, esprili, samimi ve sıcak diliyle çocukların seveceği bir kitap. Ve kuşkusuz küçük okurlar, Dile Gelen Beden’i okuduktan hemen sonra onu bir kenara bırakamayacaklardır, çünkü Dile Gelen Beden’in uzun süre hatırda kalacak kitaplardan biri olacağı açık. Keyifli okumalar.
Yetgül Karaçelik – edebiyathaber.net (28 Eylül 2020)