Hiçbir kitap yazıldıktan sonra bitmiyor. Bu yüzden metinlerin sonuna nokta konulmasa yeridir. Zira metinlerin, dönemlerinden fırlayarak tüm çağları dolanmak gibi bir karakterleri var. Üstelik yazarından bağımsızlaşıp, yeniden yazılıyorlar. Bir kitap yazıldığında eş zamanlı olarak kaderini de yazıyor. Bu kaderin, yazılanlar hakkında hiç bitmeyen yeni sorular olduğunu söylemeye gerek var mı (!?)
Tüm bunların eserlerin yaratıcıları için ne ifade ettiğini bilmiyoruz. Bilinen o ki, bütün sanatçıların zamana karşı durarak kalıcı olmak istemeleri. Ama şimdiden bunun gerçek olduğunu söyleyebiliriz. Yani eserlerin, yaratıcılarının isteğinin dışına taşarak, çağları dolanmaya zaten yazgılı olduğunu.
Peter V. Zima’nın Modern Edebiyat Teorilerinin Felsefesi‘nin yazılış amacı bunlar değil elbette. Ama böyle bir yan çıkarması da var. Zira edebiyat teorisyenleri, zamanlarda gezinen eserleri didik didik edip, onların içerik ve biçimlerini bitmeyen tartışma konusu yapıyorlar. Bunu boşuna yapmıyorlar tabii. Düşünme, hissetme, görme, algılama… durumları değiştikçe metinlerin yapısı da değiştiğinden. Bu değişimden, geçmişte yazılan metinlerin de bağımsız olmadığını tekrarlayalım.
Rus biçimciliği, postmodernizm…
Çalışmasına verdiği isimden de anlaşılacağı gibi Zima, çağdaş edebiyat teorilerini ve eleştirilerini felsefi bağlamda masaya yatırarak, analizlerinde oldukça geniş bir hat çiziyor. Zima’ın tespiti ise, söz konusu teori ve eleştiri akımlarının, Kantçı, Hegelci ve Nietzscheci olduğu yönünde. Dolayısıyla, Amerikan Yeni Eleştirisi, Çek Yapısalcılığı, Rus Biçimciliği, Okur Tepkisi Eleştirisi, Hermaneutik, Fenemonoloji, Marksizm, Eleştirel Teori, Postmodernizm, Semiyotik, Yapısökücülük gibi temel akımların analizi Zima’ın çalışmasının ana konusu. Söz konusu akımlar ise, Hegel, Kant ve Nietzsche arasında dolaşarak temellenme özelliğine sahipler.
Aslında bütün mesele “tek anlamlılık” ve “çok anlamlılık”ta düğümleniyor. Yani asıl sorun; “edebi metinlerin (tüm sanat eserleri dahil), kavramsal düşünceyi veya anlamı tek yanlı olarak ne ölçüde taşıdığı” sorusuyla kendini dayatıyor. Dolayısıyla metinde, eserlerin; Hegel, Kant ve Nietzsche’nin bu iki izlekten (tek anlamlılık, çok anlamlılık) hangisine dahil oldukları, söz konusu izleklerden hangisini taşıdıkları, böylelikle ne türden kilitlemeye ya da gelişmeye yol açtıkları konusu öne çıkıyor.
Eski felsefi ve estetik geçmiş…
Eskiyen zaman ve değişen yaşamlarla paralel giden edebiyat estetiğine yönelik tartışmalara gelince; yeni değil. Zaten Zima da bunu özellikle belirtiyor: “Edebiyat teorilerine dair yirminci yüzyılda yapılan tartışmalar ve çelişkiler aslında bütün yönleriyle yeni değildir ve oldukça eski felsefi ve estetik bir geçmişe dayanır. Platoncular ve Hegelciler metnin tek anlamlılığa dayalı bir gerçeği ifade ettiğini ve anlamlı bir bütünlük olduğunu çok daha önce açıkladılar. Ancak onların bu fikrine Nietzsche, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında karşı çıkmıştı. Otonomi kendine dönüşlülük, dünya görüşü ya da işaretleyen gibi edebi kavramlara bir bütün olarak baktığımız zaman (Barthesçı anlamda), bu kavramların Kantçı, Hegelci ve Nietzscheci zeminlere dayandığı açıkça görülür.”
Bir eserde önemli olan biçim ya da içerik midir? Yanıt soru kadar basit değil elbette. Aslında soru da bu şekilde sorulmuyor. Birbirini takip eden akımların, estetik sorunsalına farklı yaklaşımları olduğunu biliyoruz. Mesela, yazılı metni “uyuşturucu gibi” diye ifade eden (Derrida) Yapısökücüler ne demek istiyor? Ya da Rus Biçimciliğini, Marksist estetikle karşı karşıya getirdiğimizde karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor? Ya da Frankfurt Okulu geliştirdiği eleştirel teoriyle, kapitalizm, maddileşme, yabancılaşma, değişen değerler ve hükmetme gibi, Marksizmin temel argümanlarını kullanarak, nasıl bir paradigma oluşturuyor? Ya da Benjamin, Kant ve Hegel arasında gidip gelerek neyi inşa ediyor? Adorno, Kant’a -Benjamin’e göre- daha mı yakın mesela?
Edebiyat eleştirisi ve teorisi hakkında…
İlgili bölümde şöyle diyor Zima: “Benjamin ve Adorno, tarihin birikerek çoğalan özgürlükler süreci ve felaketlere doğru giden bir gelişme olduğunu düşünen Hegel, Marks, Lukacs ve Goldmann’a benzemezler. Benjamin ve Adorno’nun insan evrimine yönelik şüpheci tutumu hem Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm’den etkilenmiş hem de İkinci Dünya Savaşından sonra kapitalist ve Stalinci blok arasındaki yüzleşmeyle ortaya çıkan siyasal kilitlenmeden ortaya çıkmıştır…”
Edebiyat Teorilerinin Felsefi ve Estetik Kurucuları bölümüyle başlatmış Zima çalışmasını ve yeni başlıklarla toplam dokuz bölümden oluşturmuş. Akımların zamansal takibini yaparak bugüne kadar gelmiş. Dolayısıyla, edebiyat teorisi ve eleştirisiyle ilgili havada uçuşan bilgileri de yerli yerine oturtmuş diyebiliriz. Konuyla ilgili kafa karışıklığının yaygın bir hal olduğu günümüz gerçeğinden hareketle, Zima’ın çalışmasını okumakta yarar var.
Aysel Sağır – edebiyathaber.net (23 Kasım 2018)