On dokuzuncu yüzyıl Alman şairlerinden Heinrich Heine’yi (1797-1856) tanıma olanağınız oldu mu hiç! Aslında tanısaydanız bu soruyu sormaya gerek kalmayacak, sırf karmaşa yaşıyor diye ruhunuzu daha da bunaltmayacaktınız. Zira Heine, şiirlerinde, yüzyıllara rağmen aynı kalanla şimdi arasında bir köprü kurarak, karmaşadan kaçmak yerine onu anlamanın önünü açıyor.
Öyle ki, Heine’in dizelerinde, ayrılığın, hüznün, aşkın, dostluğun, son bakışın, ilk bakışın, pişmanlığın, unutuluşun, unutuşun, beklentinin, nefretin, acının, sevincin özlemin… en saf, en öz hali var. Tabii en önemlisi de, tüm bunların üzerine gölgesini düşüren cennet-cehennem, melek-şeytan imgelerinin varoluşsal iz düşümü.
Heine, yaşadığı çağdan (19.yy) sadece bugüne değil, önceki yüzyıllara da taşımış dizelerini. Kendisinden öncekilerin onu okuma olanağı olmayacak elbette. Ama bugünün okuyucularıyla yüz yıllar öncekilerin aynı şeyleri hissettiğini, aynı kalp atışlarını yaşadıklarını rahatlıkla söylemek mümkün. Bu durumda, -zamanlara rağmen- kalbin hep nasıl aynı attığını, yüreğin hep aynı hezeyanlara nasıl gömüldüğünü anlamak için tıp literatürüne Heine’i dahil etmeleri gerektiğini söyleyecek kadar ileri gitme hakkını görebiliriz kendimizde.
Heine’in, Lieder adlı (Şarkıların Kitabı – Buch der Lieder – 1827) eserine gelince, duyguların manifestosu niteliğinde. Öyle bir manifesto ki, tüm çağların üzerinde asılı duruyor. Aslında Heine bize görünmeden aramızda dolaşıyor da olabilir. İlişkilerdeki dramatik süreçlerin taraflarından birinin Heine olduğunu söyleyip, kendi yüzyılında sukunetle karşıladığı aşk, dostluk, ayrılık acısının; yirmibirinci yüzyılda samimiyetsizliğe, inkara, cinayete, nefrete dönüşmesini önleyemediği için ona içerleyebilseydik keşke!
Ancak, yaşadığımız yüzyılda aşkların cinayete varmadan önceki hallerinde, en derin uzlaşı yerlerinde gezinen Heine’i, nefretin manipüle ettiği sonuç kısmında aramamalı boşuna. Hızın esir aldığı, kimsenin hissettiklerini, yapıp-ettiklerini oturup düşünmeye zamanının olmadığı yaşadığımız yüzyıla onun verdikleriyle yetinmeli. Bizi biz yapan insani taraflarımızla ilişikimizi sıkı tutma tembihlerini satır aralarında belirgin kılan bir şairi, başlangıçları ve süreçleri yalanlayan ölümcül sonuçlarda aramak çok yanlış olur(du) zaten.
Zaman tarafından ön kesilse de -bazen- aynı zamanı atlatarak şimdide olması bile onun sonuçlara hiç de takılmadığını, asıl gücünü de -hep- yollarda olmaktan aldığını gösteriyor. Ne diyelim; alevleri daha yolun başında göründüğü halde bu yolda yürüyerek yanmayı göze alan kendisi sonuçta!
Ateşli yollarda herkesin zamanının değerlerine göre, ama en çok da kendi karakterine, hissediş, düşünüş biçimine göre yürür düsturunu dizelerinin arasından fısıldayan da kendisi.
‘Kitapları yakanlar…’
Almanya’nın Düsseldorf kentinde Yahudi kökenli bir ailenin çocuğu olarak doğan Heine’in yaşamı da tıpkı şiirlerindeki gibi dalgalar üzerinde seyretmiş. Örneğin, istediği işi yapmasının önünde Yahudiliği bir engel olduğu için Hıristiyanlığa geçmek zorunda kalmış. Ama Hıristiyanlığa geçmek zorunda kalmasını, “Avrupa kültürüne giriş bileti” olarak nitelendirmesinden anlıyoruz ki, yaşadıklarını ti ye alarak, benzeri türden saçmalıklara meydan okuyabilmiş.
Yaşadıkları şair yanını beslemiş midir? Bunun için ilk şiir kitabı (1821 – Şiirler) ve ardından gelenlere bakmak yeterli.
Heine’i ve yaşadıklarını tanıdık kılan çok şey var. Alman otoriteleri tarafından dışlanması, eserlerinin yasaklanması bu tanıdıklığı güçlendiriyor. 1831 yılında Almanya’dan ayrılarak Paris’e gitmesi ve hayatını orada tamamlaması da çok yakından aşina olduğumuz siyasal göç hikayelerinden. Ama Heine’in, ütopik sosyalizm temsilcilerini bugün ancak rüyalarında görecek olan siyasi göçmenlerden çok şanslı olduğu da bir gerçek. Diğer bir taraftan, başta Karl Marx olmak üzere, sosyalizim ütopyasına dokunmuş birçok bilinen isimle dostluk kurarak daha güzel, daha yaşanabilir bir dünya tahayyülü için kafa yorması başlı başına bir şiir değil mi zaten.
Alman politikalarından duyduğu kaygıya ve yüz yıl sonra bu kaygının biçimlenerek gerçeğe dönüşmesine (Hitler faşizmi) gelince, onun bilgeliğinin kanıtı niteliğinde. Kitaplarından biri Naziler tarafından yakılmadan önce demiş ki: “Eğer bir yerde kitapları yakıyorlarsa, orada eninde sonunda insanları da yakacaklardır!” Aynı öngörüyü, Almanya: Bir Kış Masalı (1844) adlı eserinde de işlemiş Heine. Bu eser, Marx’ın sahibi olduğu gazetede tefrika makaleler halinde yayımlanmış.
Şairin birçok şiir yapıtının yanısıra, tüm yüzyıllarda dolaşan Şarkıların Kitabı (Buch der Lieder – 1827) adlı eseri, en kapsamlı şiirleri olarak nitelendiriliyor. Türkçeye çevirisi defalarca yapılan Lieder, öyle anlaşılıyor ki, sonraki ve daha sonraki kuşaklarla da ilişkisini sürdürmeye devam edecek. Ve her defasında da çevirisi yeniden yapılacak. Tıpkı her yeni okuyucunun, okuduğu metne kendini katarak onun anlamını genişletmesi gibi…
Lieder şimdilerde kendisi de bir şair olan Osman Tuğlu’nun çevirisiyle yeni bir boyut daha kazanmış bulunuyor. Bir şairin özenli dokunuşlarını üzerinde taşıyan bu yeni çeviri, okuyucularına ulaştığında Lieder’in anlamı biraz daha büyüyecekmiş gibi gözüküyor. Zira bir şairin dilinden en iyi şairler anlar.
Heine’in şiirleri ve şiirlerinin çevirileri hakkında yazılacak çok şey var. Ama şimdilik bir Heine, binlerce şair eder demekle yetinelim.
Aysel Sağır – edebiyathaber.net (28 Mayıs 2020)